Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Koronavirüs salgını nedeniyle yayımladığı genelge, "cenaze namazlarının vakit namazlarından önce ve kalabalık ortamlar oluşturulmadan kılınmasını" söylüyordu.
Bu genelgenin mürekkebi kurumadan Nakşibendi tarikatının kollarından biri olan İsmailağa Cemaati'nin önde gelen isimlerinden Abdullah Ustaosmanoğlu öldü ve cenazesi Fatih Camii’nden kalabalık bir cemaatle kaldırıldı.
Cenazeye katılanlar arasında AKP milletvekilleri ve İstanbul’un bazı ilçelerinin belediye başkanları da vardı.
Dün sosyal medyada izlediğim bir video kaydı, Urfa’da yapılmış bazı röportajları aktarıyordu.
Bir vatandaşımız, Diyanet’in ve Sağlık Bakanlığı’nın uyarılarına rağmen şunu söylüyordu: "Biz inşallah cemaatle, camiye devam edeceğiz. Allah’ın takdiri, sebeplerle veya tedbirlerle bozulmaz."
Bir başkası şöyle anlatıyordu: "Allah’ın verdiği canı sadece Allah alır. Ondan dolayı biz Müslümanlar olarak korkmuyoruz virüsten."
Benzeri bir röportaj da Kütahya caddelerinde yapılmıştı. Orada da aynı şey tekrarlanıyordu: "Allah’ın verdiği canı Allah alır, virüsten korkmuyoruz. Beş vakit abdest alıyoruz, virüs bize bulaşmaz."
İslam’ın kaza ve kader inancının körü körüne bir itaate dönüşmesinin sonucu bu.
Aslında herkesin biliyor olması gereken bir hadis de var.
Hazreti Ömer, Şam’a doğru giderken, kentte veba salgını olduğunu duyuyor.
Bunun üzerine Peygamber şöyle bir haber göndermiş:
"Bir yerde veba olduğunu işittiğinizde oraya girmeyiniz. Bir yerde veba ortaya çıkar, siz de orada bulunursanız, hastalıktan kaçarak oradan dışarı çıkmayınız!"
Peygamber hadisinin anlamı açık: Bir salgının olduğu yere gitmeyin, bir salgın ortamındaysanız dışarı çıkıp başkalarına da hastalığı bulaştırmayın!
Kendilerine "dinin gereği" diye her söylenene inanan cahilleri bir kenara bırakıyorum.
Bunu tarikat şeyhleri, cami imamları, sözü dinlenen cemaat büyükleri bilmiyor olabilir mi?
Mümkün değil, ben bile ortaokul din dersindeki "kaza – kader bahsinden" hatırlıyorum!
Yüzyıllardır bu insanlara, din diye, hurafelerle bezenmiş bir şey yutturuldu.
Nitekim Diyanet’in etkin önlemler için günlerce ayak diremesinin nedeni de aslına bakarsanız budur.
Genelge yayınlamasının ardından, Fatih Camii avlusunun cenaze namazı için tıklım tıklım dolmasının nedeni de bu.
Bu bilinç düzeyine bakıp, İslam ülkelerinin bugünkü perişanlığının gerekçelerini de anlayabilirsiniz.
"Allah’ın dediği olur" deyip, önlemleri dinlemeyen, tedbirleri kendince gerekçelerle uygulamaktan imtina edenlerin sayısının hiç de az olmayacağını biliyoruz.
Bir salgının daha çok başındayken Türkiye’de korkmamız gereken şey de budur.
Havuz gazetesinin bildirdiğine göre Damat Bakan, "Ekonomiye Kalkan Paketi" hazırlamış.
Salgın hastalık nedeniyle alınması gereken önlemleri tespit etmiş ama açıklamayı Cumhurbaşkanı’na bırakmış.
Bakanlığın salgından etkilenen sektörler için bir dizi destek açıklaması bekleniyor.
Nitekim ilk olarak gelir vergisi beyanname verme ve ilk taksit ödemesi 30 Nisan tarihine ötelendi.
Bizde böyle ekonomik tedbir ve teşvik paketleri zaten her zaman parası olanlara yarar.
Bakalım bu sefer de böyle mi olacak?
Şu anda salgın nedeniyle en çok etkilenenler küçük işletmeler. Bazıları İçişleri Bakanlığı kararıyla kepenkleri tamamen indirdi.
Buralarda çalışanlar zaten son derece düşük maaşlar ile çalışıyorlar ve daha çok bahşişler ile geçiniyorlardı.
Bu durumdaki işçiler için özel bir önlem alınması kaçınılmaz olmalı.
Devlet yöneticilerinin genel havasına bakarsak, bu salgın sanki 10 – 15 gün sonra geçip gidecekmiş gibi bir hava içinde görünüyorlar.
Böyle olmayacağını, yoğun karantinayı da gerektirecek kriz sürecinin daha uzun olacağını Avrupa’da yaşananlardan sonra görmüş olmalılar.
Çin’de çok sıkı uygulanan karantina koşullarının 2,5 ay sürdüğünü unutmayalım.
Eski bir atasözünü yeniden hatırlamanın zamanıdır: İşini kış tut, yaz çıkarsa bahtına!
Gerçekten ilginç bir adalet sistemimiz var.
Son verilen bir mahkeme kararına göre, herkesin gözünün içine baka baka yalan söyleyen birisine, "yalancı" diyemeyeceksiniz.
Ali İsmail Korkmaz, Gezi protestoları sırasında Eskişehir’de polis ve bazı magandaların işbirliğiyle linç edilerek öldürüldü.
Zamanın Eskişehir Valisi Güngör Azim Tuna, bu olayı şöyle açıklamıştı: "Arkadaşları dövdü!"
Ahmet Atakan da aynı dönemde, biber gazı kapsülüyle başından vurularak öldürülmüştü.
Zamanın Hatay Valisi Celalettin Lekesiz, Atakan’ın ölümü için "çatıdan düşerek öldü" açıklaması yapmıştı.
Bir vatandaş, gerçeği yansıtmayan bu açıklamaları protesto etmek için Valileri istifaya çağırmış.
Bunun üzerine Valiler, "bize hakaret edildi" diye dava açmışlar ve bu olayda doğruyu söyleyen tek şahıs olan vatandaş O. B. İzmir’de bir mahkeme tarafından 1 yıl 5 ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldı.
Oysa gerçeğin nasıl olduğunu bildikleri halde kamuoyunu yanıltmak isteyenler kamu görevlileri.
Ve artık hepimiz ezberledik ki AİHM, AYM ve Yargıtay kararlarına göre kamu görevlileri, hakarete varan eleştiriye açık olmak zorundalar.
Kaldı ki burada hakaret de yok.
"Aldatmak maksadıyla bilerek söylenen gerçeğe aykırı ya da asılsız söz söyleme eylemi", Türkçe'de "yalan söylemek" olarak tanımlanıyor.
Buna "yalan atmak", "yalan kıvırmak", "yalan uydurmak" gibi karşılıklar da öneriliyor.
Bu eylemi yerine getiren de "yalancı" olarak tanımlanıyor.
Yani, yalan söyleyene "yalancı" demek, güzel Türkçemizin gerektirdiği bir durum ve bu hakaret sayılmamalı.
Mahkemenin bakması gereken şey, yalan söylenip, söylenmediği olmalıydı.
Bunun için de bilirkişiye bile gerek yoktu, hakimin kendisi de anlayabilirlerdi.
Adli Tıp raporları, o kadar karmaşık bir dille yazılmıyor çünkü.