Bu soruyu sormamın nedeni Merkez Bankası'nın eksiye düşen rezervleri ile ilgili olarak CHP'nin sorduğu sorunun, savcılar marifetiyle yasaklanması ve bununla ilgili afişlerin sökülmesi.
Bu da yetmiyor, bir de Cumhurbaşkanı'na hakaret gerekçesiyle soruşturmalar açılıyor.
Mudanya'da başlayan bu tutum, dalga dalga bütün ülkeye yayılmış durumda.
En son önceki gece CHP'nin Edirne İl Başkanlığı'na asılmış pankart savcılık talimatı ve polis marifetiyle indirildi.
Geçen gün de yazdım, Siyasi Partiler Kanunu'nun 3. maddesi, siyasi partilerin açık propaganda yapma hakkına sahip olduğunu güvence altına alıyor.
Siyasi partiler kendi görüşlerini kamuoyuna serbestçe anlatabilmeliler ki milli irade sağlıklı bir şekilde tecelli edebilsin.
Kanunun bu maddesinin yazılış amacı bu.
CHP'nin, Merkez Bankası rezervlerinde artık görülmeyen 128 milyar doların hesabını sorması, tam olarak böyle bir siyasi faaliyet.
Ve bu faaliyet, savcı talimatı – polis marifetiyle engelleniyor.
Engellenmekle kalmıyor, bu faaliyeti sürdürenleri yıldırmak, siyaset yapamaz hale getirmek için de soruşturmalar açılıyor.
Bu tablo tipik bir parti devleti tablosu.
Devletin yargısı ve polisi, devleti ele geçirmiş bulunan iktidarın borusunu öttürüyor.
Muhalif bir siyasi faaliyet, devletin gücü kullanılarak zorla engellenmek isteniyor.
Normal olarak, seçim erkene alınmazsa Haziran 2023'de Cumhurbaşkanı ve TBMM'yi seçmek için seçime gideceğiz.
Siyasi faaliyetin böylesine tehdit altında olduğu bir ülkede, normal bir seçim yapılabileceğine inanır mısınız?
Yarın aynı mekanizmanın, başka partilerin başka kampanyaları için de harekete geçmeyeceğinin güvencesi nedir?
Hayır, böyle bir güvenceye sahip değiliz.
Evet bu hakkın kullanılmasını garanti altına alan Anayasa ve kanun hükümleri var ama görüyoruz ki bunları takan da yok.
Haklarımızı kullanmamızı garanti altına alan Anayasa ve yasa hükümlerini, yok sayan bizzat yürütme ve onun emrindeki yargının kendisiyse, derdimizi kime anlatacağız, normal bir seçim yapabileceğimize nasıl güveneceğiz?
Demokrasinin Türkiye'deki serüveninde, sanırım en düzgün işleyen yönü yargı denetimindeki serbest seçimlerdi.
Gizli kullanılan oylar, açıkta sayıldı. Sandık kurullarında, seçim kurullarında partilerin temsilcileri vardı, itirazlar bağımsız yargı tarafından çözüme kavuşturuldu.
Propaganda eşitliği konusunda da iktidar olanaklarının çokça kullanıldığına tanık olduk ancak bazı küçük olaylar dışında kimse kimsenin propaganda kampanyasına müdahale etmezdi.
AKP iktidarına kadar!
Bu iktidarın emrindeki yargı marifetiyle önce seçim sırasında kuralların değiştiğine tanık olduk.
2017 yılındaki Anayasa referandumunu hatırlayın.
Oylama sürerken, kanunun açık hükmü YSK tarafından alınan bir kararla değişti ve "atı alan" Erdoğan "Üsküdar'ı geçti." Bu deyim "şahsına" aittir, hatırlarsınız belki.
Ardından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminde, aynı zarftan çıkan dört oydan üçünün geçerli, birinin geçersiz sayıldığına tanık olduk.
YSK'nın, seçimi ikinci olarak bitirene mazbatayı teslim ettiğine de ilk kez bu iktidar döneminde tanık olduk.
Seçilmiş belediye başkanlarının, idari kararlarla görevden alınıp, yerlerine devlet memurlarının tayin edildiğini de unutmayalım.
"Yargı denetimindeki serbest seçimler için" iktidarın talimatıyla bildiriler yayımlayan yüksek yargıya mı güveneceğiz?
Aynı yüksek yargı üyelerinin, bir tek dosyanın kapağını kaldırmamış en yeni üyesini, Saray'ın bir işaretiyle Anayasa Mahkemesi'ne aday olarak seçtiğini de hatırlayalım.
Yazının başındaki sorumu tekrarlayayım:
Siyasi propagandanın emirle yasaklandığı, yargının iktidara teslim olduğu bir ortamda, normal bir seçim yapılabileceğine nasıl inanacağız?
Diyanet İşleri Başkanlığı, Ramazan ayı boyunca camilerde teravih namazı kılınmayacağını açıkladı.
Bu yeni bir haber sayılmaz.
Başkanlık geçen gün yayımladığı bir talimatname ile Ramazan ayı boyunca camilerde yapılacakları da belirledi.
Bunlardan biri "mukabele".
Her camide mukabele programlarının yapılması zorunlu olacak ve müftülükler mukabele programlarının yapılıp yapılmadığını takip edecekler.
Mukabele, bilmeyenler için söyleyeyim, camide yüksek sesle Kuran okunurken, cemaatin de gözleriyle kendi kitaplarından bunu takip etmesi anlamına geliyor.
Diyanet İşleri, teravih namazı için camide bir araya gelmeleri sakıncalı olanların, mukabele okunurken virüse yakalanmayacaklarını mı düşünüyor?
Bangladeş'te Arakanlı Müslümanların yaşadığı mülteci kampında çıkan yangında hastane tamamen yanmıştı.
Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın talimatıyla, Dakka Arakanlılar için bir hastane kurduk.
Bu hastanenin 10 günde kurulup, hizmete girdiğini de havuz gazetesinin haberinden öğendim.
İlgili kurumları ve çalışanlarını kutlarım, gerçekten önemli bir iş başarmışlar.
Bilmiyorum, Cumhurbaşkanı bundan haberdar mı ama Bodrum'da inşaatına 2016 yılında başlanan 150 yataklı hastane hâlâ hizmete girebilmiş değil.
Bu arada Türkiye'nin dört bir yanı dev şehir hastaneleriyle filan dolduruldu ama Bodrum'un 150 yataklı küçücük hastanesi hâlâ bitirilemedi.
İnşaata bakınca izlenimim o ki bu hızla iki – üç senesi daha var gibi görünüyor.
Bodrum, pandemi nedeniyle kışlık nüfusunu neredeyse ikiye katladı.
Önümüzdeki aydan itibaren bu nüfusun daha da katlanıp, yazın en yoğun aylarında 1,5 milyonu geçeceği de kesin.
Bodrumlu Müslümanların, Arakanlı Müslümanlar kadar değeri yok mu hükümetin gözünde?