Reklamcılık tarihinin en önemli isimlerinden biri olan David Ogilvy, vaktiyle şunu söylemiş: "Söyleyecek bir şeyin yoksa, şarkıyla anlat."
Biz tüketicilerin "reklam cıngılı" diye bildiğimiz şeyin doğuşu, bu önermeye dayanıyor.
Bunun kamu kesiminde de karşılığı var.
İddialar karşısında söyleyecek bir şey bulamıyorsan, iddia sahiplerini, ihanet, düşmanlık, beceriksizlik vb. ile suçla!
Bizim memlekette de böyle oluyor "netekim"!
Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, dört gazeteyi "yatırım düşmanı" olarak ilan etti.
Çünkü bu gazeteler Çanakkale Boğazı'na yapılan köprü ile ilgili eleştirileri yayımlamış.
Bakanlık eleştirileri yanıtlayacağına, "düşmanlık" icat ediyor.
Medeni memleketlerde, bu tür tartışmalardan "düşmanlık" çıkarılmasına pek rastlanmaz.
Dört ayrı gazetenin üzerinde birleştikleri bir eleştiri varsa bu ciddiye alınır.
Bakanlık uzmanları toplanır, eleştirileri çürütecek bilgileri içeren bir açıklama hazırlar ve kamuoyunu bilgilendirir.
Bizde böyle olmuyor.
Sorulan sorular "ticari sırdır" denilerek yanıtlanmıyor.
Halkın parasının hesabını vermek aslına bakarsanız ticari sır kavramının arkasına saklanarak ertelenebilecek, üstü örtülecek bir şey değildir.
Köprünün kaça mâl olduğu, üzerinden kaç araç geçeceği, bunlar için hazineden sağlanan garantilerin tutarı, işletme süresi gibi konular ticari sır sayılmaz.
Ticari sır, yapımcı ve işletmeci şirketin bankalar ile yaptığı özel anlaşmalar için geçerli olur. Kredinin faizi, süresi vb. gibi ayrıntılar ile ilgili.
Gerisi ticari sır değildir çünkü bu bilgiler, paranın asıl sahibini, yani halkı doğrudan ilgilendirir.
Köprü ve otoyollar neden bu fiyata mâl ediliyor? Bunu bilmek halkın hakkıdır.
Hele benzeri köprülerin daha ucuza yapılabildiğinin örnekleri de varsa bu pahalılığın gerekçelerini tane tane, dolambaçlı yollara sapmadan açıklamak gerekir.
Bu yapılmazsa maliyetlerin özel olarak şişirildiğini düşünürüz.
Maliyetler şişirilmiştir ki garanti tutarlarındaki fahiş rakamlara meşruiyet kazandırılabilsin.
Bizim gibi ülkelerde bu bir tek şeye işaret eder: Birileri, bu işten yolunu buluyordur.
Yap – İşlet – Devret bir finansman modelidir.
Şirket, bir işi kendi kaynaklarıyla yapar, belli bir süre işletir, maliyetini çıkarır, kârını elde eder ve kamuya devreder.
Bizim memlekette bu iş biraz tersinden çalışıyor.
Şirket işi yapıyor, aldığı kredinin geri ödenmesini Hazine taahhüt ediyor, hatta kamu bankaları ana kreditör oluyor.
Şirketin riski nerede?
Kamu, işletme süresince belli bir geliri taahhüt ediyor. Bu taahhüt, işin yapım bedelinin tümünü karşıladığı gibi, şirketin kârını da garanti ediyor.
Şirketin riski nerede?
Kamu, bütün riski üzerine aldığı halde, niye bu işi bir şirkete ihale ediyor?
Kamunun çıkarı nerede?
Bu soruların yanıtları yok.
Bütün ülkelerde, en yüksek ahlaki standartlara sahip olduğu iddia edilen Kuzey Avrupa ülkelerinde bile bu tür yanıtsız soruların varlığını sürdürmesi, yolsuzluklara karine olur.
Elbette şu anda görev başında bulunan kimseyi bununla suçlamıyorum.
Ancak soruları yanıtlamak ve paranın gerçek sahibi olan halkın temsilcilerinin aklına takılanları net olarak açıklamak dururken böyle uyduruk "yatırım düşmanlığı" türküsünü çığırmak kuşkuları arttırıyor.
Kuşkusuz ki bu finansman modeli, kamu yararına kullanılabilecek bir modeldir.
Ama bizde en başından itibaren bu işe giren şirketler herhangi bir risk üstlenmiyor.
O zaman bu bir finansman modeli olmaktan çıkıyor, kamu kaynaklarının belli kişilere transferi modeline dönüşüyor.
Öte yandan yüksek geçiş garantili, kısa süreli işletme imtiyazı yerine düşük geçiş garantisi ve daha uzun süreli işletme imtiyazı neden denenmiyor?
Nedenini tahmin edebiliriz.
İşletme süresinin uzaması, bakım maliyetlerini arttırıyor, kârı azaltıyor.
İşletme süresinin uzaması ve garantinin azalması, çarkları işler hale getirmek için kullanılacak yağ miktarının da azalmasına, paydaşlarının çoğalmasına yol açıyor.
Bunun için tercih edilmiyor.
Bütün bunlar, iktidar değiştiğinde çok kolay ortaya çıkacak işler.
Dünyada izi kaybolmayan tek şey artık nakit para.
Bakanlık, laga lugaya getirmeden, bu işin net bir fotoğrafını ortaya koyacak bilgileri paylaşmalı ki torba olmayan ağızları büzmemize de gerek kalmasın.
AKP milletvekilleri bir kez daha içinde ne olduğunu bilmedikleri bir torba kanun teklifini imzalayıp, TBMM'ye yolladılar.
Şaşılacak bir durum değil bu artık.
Kendilerini oraya getiren iradeye bağlılıklarını böyle gösterebiliyorlar, onun dışında etkisiz eleman pozisyonundalar.
Torbaların içine ne konulacağına Saray'ın bürokratları karar veriyor, onlar da parmaklarını kaldırıyorlar.
Son torbanın içine atılan tekliflerden birine göre gazetecilere üç yıla kadar hapis cezası verilebilecek.
Buna kılıf da bulmuşlar, "şirket itibarına zarar vermek"!
Böylece gıllıgışlı işlerin gazeteciler tarafından takip edilmek istenmesini engelleyebileceklerini zannediyorlar.
Demokrasilerde gazetecilerin bir görevi de halk adına çıkar ve güç odaklarını denetlemektir.
Hükümetler, belediyeler, partiler, şirketler, sendikalar gibi odaklardan söz ediyorum.
Yolsuzluklara bulaşmış hükümetler ise bunu önlemek isterler.
Bu kanunun amacı da budur.
Oysa AİHM kararlarına göre, gazeteci, sadece bir iddiayı bile gündeme getirebilir. İspatlamak onun görevi değildir.
AİHM kararlarına bizim yargımız uymamak için ayak diretiyor ama Anayasa'nın bu konudaki hükmü çok açık.
Şimdi anlıyoruz ki kanunlara uymamayı hükümete yaranmak için marifet gören yargı, kanunlara uyulmadığını denetleyecek gazetecileri hapse tıkacak.
Bildiğin faşizmin kanun kılığına girip, karşımıza çıkacağını söyleyebiliriz.
Bu da siyasal İslamcıların iktidarına nasip oldu!
Şunu söylemeliyim ki işe yaramayacak.
Evet, bizleri hapse atabilirsiniz, elinizde bu güç var.
Ama ne yaparsanız yapın yolsuzlukların, hırsızlıkların, kamu kaynaklarını şirketlere peşkeş çekmenin yazılıp, çizilmesini engelleyemezsiniz.
Bunlar hep yazılacak ki ileride torunlarınıza alnınız ak olarak anlatabileceğiniz bir hikâyeniz olmasın.