"Bu iş bir ara patlar ama ne zaman" diye merak ediyordum, 10 Kasım 2019'u beklemek gerekiyormuş.
Recep Tayyip Erdoğan sonunda dayanamadı.
Belli ki siyaset gereği "Atatürk, Atatürk" derken içinde yanardağlar patlıyormuş.
Mustafa Kemal Atatürk'ün Osmanlı subaylığından girdi, Osmanlıyı temsilen Samsun'a çıktığından söz edip, harf devrimine kadar geldi.
Söylediği şeylerin cehaletten değil, siyasetten kaynaklandığını biliyoruz.
Cehaletten kaynaklansa sorun olmazdı. Okumak sorununu çözmesine yardım ederdi.
Gerçi kendisi kitap okumaktan hoşlanmıyor, arkadaşları özetliyormuş önemli kitapları. Nasıl olabiliyor bu, doğrusunu isterseniz bilmiyorum.
10 Kasım konuşmasında zaten bildiğimiz Osmanlı hayranlığı depreşti ve harf devrimi ile "adeta her şeyin sıfırlandığını" söyledi.
Dedim ya bu cehaletten değil, siyasetten kaynaklanan bir bakış olsa gerek.
Çünkü biliyoruz ki Siyasal İslamcılar, ne Atatürk'ten, ne de milli mücadeleden hazzediyorlar.
Fesli Deli Kadir'in açıkça söylediğini söyleyecek cesaretleri yok sadece, aralarındaki fark bu.
Erdoğan'ın bu sözleri de siyasetten kaynaklanıyor ve ne yazık ki koca bir palavranın üzerine kurulmuş bir siyaset.
Matbaanın Osmanlı topraklarına gelmesiyle, alfabenin değiştiği harf devrimine kadar geçen 200 yılda kaç kitap basıldı da şimdi o kültür hazinelerinden mahrum kaldık dersiniz? Muhtemelen Erdoğan da bilmiyordur, ben kendisine söyleyeyim:
Eski harfler ile Türkçe basılı yaklaşık 40 bin "adet" eser mevcut. Bunun yaklaşık 20 bini aynı eserlerin tekrar baskısı. Kalanın 15 bini, ya yabancı dilden tercüme ya da derlemenin derlemesi eserler. "Monte Kristo Kontu" gibi popüler eserler de var ki gençler bugünün Türkçesiyle de okuyabilirler. Özgün telif eser sayısı iyi ihtimalle 3 – 5 bini geçmiyor. Bu telif eserlerin hemen hepsi daha sonra yeni alfabe ile tekrar yayınlanmış. Dolayısıyla "ulaşılamayan" bir kültür hazinesi filan yok.
Eski harfler ile ilk kitapları basan İbrahim Müteferrika'nın kaç adet kitap bastığını da bilmiyorlardır, ben söyleyeyim:
Müteferrika, ilk önce Marmara Denizi, Karadeniz, İran ve Mısır'ı gösteren dört harita basmıştı. Bastığı ilk kitap 100 tirajlı Arapça – Türkçe sözlük. (Vankulu Lügati.) Matbaasında basılan toplam kitap sayısı 17! Matbaanın el değiştirmesinden sonra basılanlarla birlikte sayı 23'e çıkıyor. Bunların bazıları 300 adet, bazıları 500 adet, bazıları da bin adet basılmış. Polonyalı Cizvit rahibi Krusinski'nin İran ve Afgan tarihine ilişkin kitabı ise en yüksek tiraja ulaşmış: 1200 adet! Müteferrika'nın bastığı kitaplar daha çok sözlüklerden, anılardan ve ilk Türkçe Atlas'tan oluşuyor. Yani harf devrimi nedeniyle ulaşılamayan büyük bir kültürel hazine filan yok. Bu Osmanlıcıların bir palavrasından ibaret. Unutmayalım ki "medrese" adını verdiğimiz kurum, hiç bir zaman bir üniversite olamadı.
Batıda bilimsel düşüncenin gelişmesini sağlayan kurum üniversiteydi.
Osmanlı'da bilim ve felsefenin gelişeceği bir ortam yoktu, dolayısıyla eski alfabeyle Türkçe basılmış telif eser sayısı da din kitapları dışında yok mertebesindeydi.
Medreseden bilimin, felsefenin matematiğin dışlanmasının nedeni mollaların, siyasi gücü ellerinde tutmak isteklerinin bir sonucuydu.
İstanbul'da 16. yüzyılda Takiyüddin rasathanesini "gökleri gözetlemek uğursuzluk getirir" diye yıkanlar da din kisvesinin ardına saklanmışlardı.
Prof. Bekir Karlığa'nın araştırması gösteriyor ki Osmanlı kütüphanelerinde İbn Rüşd'ün felsefeyi savunan eserinden sadece 4 nüsha el yazması bulunuyordu. Avrupa'da ise 15. yüzyılda tam matbaada 17 baskısı yapılmıştı.
Yani Erdoğan'ın söylediği gibi "adeta her şey sıfırlanmadı", zaten sıfır mertebesindeydi.
Erdoğan gibiler, harf devrimi ile Latin alfabesine geçişten hazzetmiyorlar çünkü asıl dertleri Arapçılık.
"Geçmişin kültür hazinesiyle ilişkimiz koptu" tezi boş bir iddia, onlar da bunu biliyor.
Bakmayın şimdi "milliyetçi" göründüklerine.
Onlar esasen ümmetçi ve pro Arap bir görüşün takipçileri.
Milliyetçilik, bugün Devlet Bahçeli'yi elde tutmak ve seçimlerde oy alabilmek için başvurdukları bir takiyeden ibaret.
Bu numarayı yiyen olduğu sürece de aynı tiyatro devam edecek, buna da emin olabilirsiniz.
* * *
Prof. Dr. Mümtaz Soysal'ı kaybettik.
Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Anayasa Hukuku hocamızdı. Derslerinde sınıf tıklım tıklım dolardı.
12 Martçıların zindanından yeni kurtulmuştu, biz öğrenciler için bir efsaneydi.
Ben gazeteciliğe SBF'de öğrenciyken başladım.
Anayasa Hukuku ile ilgili haberler için telefonla ya da okula giderek kendisine danıştığım bir hocam olarak bende emeği çok.
Bilmiyorum ona layık bir öğrenci olabildim mi?
Mümtaz Hocam, "sakin güç" diye tarif edebileceğimiz bir karakterdi. Sesini yükselttiğini hiç duymadım.
Deyim yerindeyse aynı dönemde, aynı kürsüde hocamız olan ve bir suikast sonucu aramızdan ayrılan Prof. Dr. Muammer Aksoy ile siyah ile beyaz gibiydiler. Biri sakin sakin anlatır, diğeri sanki bir antik tiyatroda tirad okur!
Siyasete girdikten sonra bu özelliği medeniyle çok sıkıntı çektiğini de biliyorum.
Milliyet'te Genel Yayın Müdürü olduğum yıllarda ziyaretime de gelmiş ve elimi sıktıktan sonra yanaklarımdan öpmüştü.
Kırk yıl beklesem Mümtaz Hocamdan göremeyeceğimi düşündüğüm bir hareketti.
Ne kadar şaşırdığımı görünce de o zarif tebessümüyle "artık ben de siyasetçi oldum" diye kendisiyle dalga geçmişti.
Mümtaz Soysal'ın ölümüyle Türkiye, çok değerli bir evladını kaybetti.
Hepimizin başı sağ olsun, huzur içinde uyusun.