AKP'de büro görevlisi olarak çalışırken kokain / pudra şekeri çekerken fotoğrafları ortaya çıkan, pahalı otomobiller kullanan Kürşat Ayvatoğlu ile ilgili olarak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, dün Sözcü'de İsmail Saymaz'ın sorularını yanıtladı.
Bu söyleşiden bir bölümü aktarıyorum, önce onu okuyalım:
"Ama bunun partiyle ne ilgisi var? Netice itibarıyla partinin çalışanları var. Bu yapılarla karşılaştığımız zaman kendi kurumlarımızda da gereğini yerine getiriyoruz. Anladığım kadarıyla bu mesele siyasallaştırılmak isteniyor. 'Buradan siyasal sonuç elde edebilir miyim?' deniliyor. Özellikle bazı milletvekilleri yapıyor. Onlara acıyorum. Ben kamuoyunda çok şey bilen bir adamım. Ama dikkat edersiniz bu tip meselelerde hiç konuşmam. Bugün sadece bir partinin çalışanı üzerinden ve hiç birimizin tahammül ve müsaade etmeyeceği, gereğini yapmaktan çekinmeyeceğimiz bir mesele ile ilgili tepiniyorlar.
Ama başka bir şey daha ifade edeyim. O tweet atanları görüyorum. Bazı milletvekillerini görüyorum. Meseleyi bu noktaya taşımak son derece ayıp.
Bunu parti bilse gereğini yerine getirirdi. Bildiği andan itibaren de getirdi. Güvenlik güçleri ve hukuk yerine getirdi mi? Getirdi. Görevim icabıyla bir çok mahrem bilgiye sahibim, doğru mu? Bu meseleyi milletvekili olup da paylaşanlarla ilgili sadece üzülüyorum. Allah muhafaza, en yakınlarında böyle bir şey çıkarsa ne diyeceğiz? O kişiyi mi sorgulayacağız?"
İlk bakışta "suçun kişiselliği" üzerine atılmış bir nutka benziyor.
Ama satır aralarında, meseleyi "siyasallaştırmak isteyenlere" sopa sallamayı da ihmal etmemiş.
Özellikle bu konuyu gündemde tutan milletvekillerine yönelik bir tehdit bu.
"Ben kamuoyunda çok şey bilen bir adamım" sözünün altını özellikle çizdim.
Bunu söylüyor, biraz sonra hızını alamayıp "görevim itibariyle birçok mahrem bilgiye sahibim" diye tekrar vurguluyor.
Türkiye'de kahvehane muhabbetlerinde böyle desteksiz sallayan çok insan vardır ama burada konuşan kişi Türkiye'nin İçişleri Bakanı.
Sözlerinden bir tek sonuç çıkıyor: Bakan, bazı milletvekilleri ile ilgili çok şey bildiğini söylüyor.
Bildiği çok şeyin "mahrem bilgiler" olduğunu da ekliyor.
Ortaya çıkıyor ki Bakan, devletin olanaklarını da kullanarak milletvekillerinin mahrem hayatlarını takip ediyor, bilgileri not ediyor ve hiç çekinmeden bunu kullanabileceğini de ima ediyor.
Ama o kadar yüce gönüllü ki "Allah muhafaza" demeyi de ihmal etmiyor, bilgileri şimdilik kullanmayacağını anlıyoruz.
Normal bir demokraside böyle konuşabilen bir İçişleri Bakanı, bir saat bile o koltukta oturmaya devam edemez.
Nixon'un ABD Başkanlığını bırakmak zorunda kalması ile kıyaslayınca yaptığı daha ağır bir ihlal.
Türkiye'de tabii bir şey olmayacak.
Çünkü onu o makama getiren zat da Fetullahçıların kurduğu kumpas videosunu izleyip "ne özeli, genel bu genel" diyebilmeyi içine sindirmiş bir politikacı.
Siyasal İslamcı siyasetin, ahlaki hiçbir sınırının olmadığını gösteren bir örnek daha!
Madem ki haftaya İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile başladık, onunla devam edelim.
Bilecik Belediye Başkanı CHP'li Semih Şahin hakkında, İstanbul Sözleşmesi'ni destekleyen afişleri için soruşturma açıldı.
Soruşturmayı İçişleri Bakanlığı yürütüyor.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, konuyla ilgili açıklamasında şunu yazdı:
"Toplumumuzun tüm kesimlerine hakaret içeren, öğretmenlerimizi ve polisimizi zan altında bırakan Bilecik'teki billboardlar yaptığımız suç duyurusu sonucu güvenlik güçlerimizce derhal kaldırılmıştır. Bilecik Belediye Başkanı ve ilgililer hakkında Bakanlığımızca soruşturma başlatılmıştır."
Soruşturmanın sonucunda ne çıkacağını aşağı yukarı tahmin edebiliriz, olay savcılığa intikal edecek vs.
Önce Belediye Başkanı'nın astırdığı afişte ne yazdığını hatırlayalım:
"İstanbul Sözleşmesi kimden korur? Şiddete meyilli herkesten korur: Eşin, eski eşin veya partnerin şiddetinden, abinin, babanın veya diğer aile bireylerinin şiddetinden, işyerinde patronun, okulda öğretmenin, karakolda polisin ya da sokakta, çarşıda ya da toplu taşımada tanımadığımız erkeklerin şiddet ve tacizinden, kısaca en yakınımızdakinin şiddetinden korur."
Bu afişte yazılı olan görüşlere katılır ya da katılmazsınız.
Bir demokraside bunlar olağan işlerdir.
Anormal olan, toplumda çok konuşulan bir konuda fikrini açıklayan "seçilmiş" bir kişinin açıklanmasının, bir devlet görevlisi olan İçişleri Bakanı'nın talimatı ve polis marifetiyle "kaldırılmış" olması!
Afişte kanunlarımıza göre suç sayılması gereken bir ifade vs. var ise bununla ilgili görev, yargıya düşer, polis müdürüne değil.
Yürütme organının bir memuru, kendisini yargı yerine koyuyor ve onun verdiği talimat yerine getirilerek, bir fikrin açıklanması engelleniyorsa o rejime demokrasi diyemeyiz.
İster düpedüz faşist deyiniz, ister otokrasi. Aynı kapıya çıkıyorlar sonuçta.
Ben kısaca "otokrat" diyorum; böyle bir şeyi yapmak gerçek bir demokraside yürütme organı memurlarının aklından bile geçemez.
Öte yandan Soylu'nun mesajından anlıyoruz ki Türkiye'de okullarda öğretmen şiddeti hiç yokmuş! Polis deseniz zaten pamuktan imal edilmiş!
Bu görevliler arızi olarak şiddete başvuruyorlarsa, buna dikkat çekmek, niye bütün öğretmenleri ve bütün polisleri zan altına sokmak olsun?
Meslektaşları arasında şiddete eğilimli ve "efrada kötü muamele eden" birileri varsa önce öğretmenler ve polisler onlarla mücadele etmelidir.
Her mesleğin onurunu korumak, içlerindeki çürükleri ayıklamak önce o mesleğin mensuplarının işidir.
Mesela 22 Şubat günü Belçika'nın başkenti Brüksel'de bir grup polis, "polis şiddetini protesto gösterisi" sırasında gözaltına alınan kişilere kötü muamelede bulundukları gerekçesiyle, bazı meslektaşları hakkında suç duyurusunda bulundu.
Polis sendikası da bir açıklama yaparak, gözaltında kötü muameleden rahatsız olan polis memurlarının, "vicdanlı, iyi polisler" olduğunu söyledi.
Böyle "vicdanlı ve iyi polisler" kuşku duymuyorum ki bizim polis teşkilatımız içinde çoğunluğu oluşturur.
Ancak tanık oldukları şiddete ses çıkarmadıkları için bütün teşkilat ve birey olarak kendileri de zan altında kalıyor, zarar görüyor.
İçişleri Bakanı, teşkilatının prestijini ve onurunu gerçekten korumak istiyorsa, içerideki çürüklerin ayıklanmasına hizmet eden her hareketi desteklemelidir.
Onun yerine bir emirle afiş indirtmek gibi faşizan gösteriler, şiddete meyyal memurları cesaretlendirmekten başka bir sonuç yaratmaz.
Mesela geçen gün Boğaziçi Üniversitesi'ndeki protesto gösterisinde, öğrenci Ayçanur'un burnunu kıran polis ne oldu?
Öğrencinin hangi hastanede olduğunu bile avukatlarından saklayan polis müdürü şimdi nerede?
Polisin prestijini ve onurunu elbette koruyalım, toplu yaşamın düzeni polis olmadan elbette sağlanamaz.
Ancak bu tür ruh hastalarını o teşkilattan ayıklayıp, teşhir etmek de başta Bakan olmak üzere bütün teşkilatın görevi olmalıdır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz Cuma günü, "cami kapısı basın toplantısında", İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme konusunda şunu söyledi:
"Muhalefet bu işleri bilmiyor. Bilse zaten böyle bir ifadeyi de yapmazlar. Cumhurbaşkanlığının attığı adım yasaldır. Bu yolda devam edecektir. Bunlar birçok şeyi karıştırıyor. Uluslararası anlaşmaların altında mıdır, üstünde midir havayı bulandırmaktan başka bir şey değildir. 3 ay sonra da bununla ilgili kararı açıklayacaktır. Biz de çıkmış olacağız. Bu bizimle alakalı değil. Yine Meclis ile alakası söz konusu değil. Girdiğimiz gibi çıkarız. Kimse önünü arkasını karıştırmasın. Çıkma kararı verdik, kendilerine bildirdik."
Cumhurbaşkanı, anlaşmaya girenin kendisi olduğunu zannettiği için olsa gerek, girdiği gibi çıkacağını da söylüyor.
Bazı konularda girdiği gibi çıkmak insanın kendi elinde olsa da olay, bu konuda farklı.
Cumhurbaşkanı'nın anlaşmaya "girmesini" sağlayan şey TBMM'nin "bu uluslararası anlaşmayı onaylayarak yürürlüğe sokabilirsin" şeklinde bir talimat içeren kanunu çıkarmış olmasıdır.
TBMM, çıkma yönünde bir irade ortaya koyana kadar Cumhurbaşkanı'nın attığı imzanın aslında hiçbir anlamı yok.
Öte yandan böyle bir kanunu TBMM'den geçirmesi de onun için işten bile değil.
"Kaldır parmak, indir parmak, yok kanun, yap kanun" bu işi çok uzatmadan, normal süreci izleyerek de yapabilirdi.
Ama ısrarla bunu yapmıyor!
Kendisini yasama organının yerine koymuş, gidiyor.
Şimdi muhalefetin bu imza için Danıştay'a ve buna dayanak teşkil eden kararnameyi iptal için Anayasa Mahkemesi'ne açacağı davaları göreceğiz.
Mahkemelerin, Erdoğan'ın istediği yönde karar vereceğini de şimdiden söyleyebiliriz, mahkemeler daha önceden böyle dizayn edildiler zaten.
Erdoğan, kurmayı hayal ettiği rejimine hukuki meşruiyeti bu yolla sağlamak peşinde!