ABD Temsilciler Meclisi'nin başkanı Nancy Pelosi, "Türk tipi demokrasi" ile Suudi Arabistan'ı, Kuzey Kore'yi, Rusya'yı karşılaştırınca "milli gurur" kırıldı.
"Küstah Pelosi"nin açıklamalarına ilk yanıt Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'ndan geldi, havuz gazetesi de bu tepkiyi "İbretlik Cehalet" başlığıyla sayfalarına taşıdı.
Çavuşoğlu'na göre Pelosi'nin "ibretlik cehaletiyle" bu kadar yükselmiş olması, Amerikan demokrasisi adına kaygı vericiymiş.
Çavuşoğlu, Amerikan demokrasisi adına kaygılanırken, ileri demokrasi ülkesi Türkiye'de 6 yıl önce işlenen suçlarla ilgili olarak bir siyasi partinin bütün yöneticileri ellerine kelepçe vurulup, hapse atılıyordu.
Biliyorsunuz TC Anayasası'na göre siyasi partiler "demokratik hayatımızın vazgeçilmez unsurları".
Ve yine bunu da biliyor olmalısınız, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak, insanları bu tür gösterilere davet etmek de hem TC Anayasası'nın, hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin TC vatandaşlarına teslim ettiği bir hak.
HDP yöneticileri, Kobani'deki IŞİD ilerleyişini seyretmekle yetinen hükümetin protesto edilmesi için taraftarlarını meydanlara çağırdı.
Zaten daha o çağrı yapılmadan önce de gösteriler başlamıştı.
Bu gösteriler, Anayasa'ya göre önceden izin alınması gerekmeyen temel bir hakkın kullanımıdır.
Bu hakkın kısıtlanmasına karşı verilmiş sayısız AİHM, AYM ve Yargıtay kararı da arşivlerde duruyor.
Bu tür gösteriler, barışçı olmak şartıyla serbesttir.
Gösteri, barışçı yönünü kendiliğinden yitirmeye başladıysa, göstericiler taşkınlık yapıyor, etrafa zarar veriyorsa güvenlik güçleri o zaman müdahale ederler.
Kobani gösterilerinin çığırından çıkıp 52 vatandaşımızın hayatını kaybetmesi, yüzlercesinin yaralanması ve ciddi bir maddi hasar ve kayba neden olması da esasen bir güvenlik zaafıdır.
Soruşturulması gereken budur: Güvenlik güçleri olaylara niye hakim olamadı?
Eğitimleri mi eksikti, sayıları mı yetersizdi? Yoksa olayların büyümesine amirlerinin hatalı kararlarıyla güvenlik güçleri mi neden oldu? Güvenlik güçlerinin amirleri hatalı değerlendirme yapıp, olaylara müdahalede geç mi kaldılar? Bu ve benzeri sorular araştırılmalıydı.
Vatandaşlar, huzurları, canları – malları korunsun diye vergi ödüyorlar ve bugün biliyoruz ki Kobani gösterileri sırasında, güvenlik güçleri bu ödenen vergilerin hakkını veremediler.
Vatandaşların canını – malını koruyamadılar.
Olayların o boyutlara gelmesinin nedenlerini doğru dürüst araştırmadılar bile.
Türkiye'de normal bir demokratik rejim olsaydı bir TBMM soruşturması bunu aydınlatmayı hedeflerdi.
Bunun dışında İçişleri Bakanlığı da başarısızlığın nedenlerini araştırmak, bunun sonuçlarına göre gerekiyorsa eğitim sistemini yenilemek, bu tür durumlarda uygulanan taktikleri değiştirmek gibi bir çaba içinde olurdu.
Bunların hiç biri yapılmadı.
6 yıl geçti, güvenlik sistemimizin bu konudaki hata ve noksanlarını hâla bilmiyoruz.
Zaten bizim "Türk tipi demokrasimizde" "sınırsız" olan şey demokratik haklar değil, güvenlik bürokrasisinin dokunulmazlığıdır.
Onun için Savcılığın, HDP'nin demokratik protesto çağrısını nasıl bir suç gerekçesi olarak değerlendirdiğini anlayabilmek zor.
Suç olan protestoya davet değil, protestocuların gösterinin barışçı özelliğini zedeleyecek davranışlar içinde olmalarıdır.
Ve bu yönüyle de "kişisel" suçtur. Camı kıran, direği deviren, otomobili ateşe veren, molotof kokteyli atan, silah kullanan, linç eylemlerine katılan, yollara barikatlar kuranların şahsen sorumlu olacakları ve şahsen cezalandırılmaları gereken suçlardır.
Bu konudaki davalar zaten açılmış, sorumlular yargılanıp cezalandırılmıştı.
Aradan 6 yıl geçtikten sonra bir partinin yöneticilerini, demokratik hak kullanımı çağrısı yaptıkları için hapse tıkmak da ne demek?
Zaten bunu anlayabilmek zor olduğu için de "Türk demokrasisinin geleceği için kaygılanıyoruz".
Kaygılarımız yersiz değil, çünkü bu son uygulama, ülkedeki bir bölüm insanımızın siyaset dışına çıkmaya zorlanması anlamına da geliyor.
Son tutuklamalar, aynı zamanda yönetimi her zeminde protesto etmenin yasaklanmasına yönelik bir adımdır.
Hak aramanın, düşünce açıklamanın yasaklanması anlamına gelir.
Pelosi'ye laf yetiştirmek bu durumda "insanoğlu gariptir, her lafı kaldırmaz" tekerlemesini hatırlatıyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "28 Şubat döneminde sermayeyi yeşil, gri, beyaz diye renklere ayırarak ekonomimizin altını oyanlar da yine bu faşist ideolojinin mensuplarıdır" dedi.
Sözünü ettiği "oymacılar", Hazine'yi ağır bir yük altına sokan (Yap - İşlet - Devret) YİD projelerinin seçimden sonra kamulaştırılacağı vaadini veren muhalefet partisi yöneticileri.
Bu söyledikleri iş, hukuk dışına çıkmadan nasıl yapılabilir, bilmiyorum.
Usulüne uygun olarak yapılmış, geçerli sözleşmeler varken, bu vaadi yerine getirmek oldukça maliyetli olsa gerek.
Tabii bu konu bugünün işi değil; seçimden sonra, vaadi verenler iktidara gelebilirlerse konuşulacak işler bunlar.
Ama bugün konuşabileceğimiz konular da var tabii: Mesela sermayeyi renklere göre ayırmanın bir tür faşizm olması meselesi!
AKP iktidara geldiğinden beri kendisine özel bir zenginler kitlesi yarattı.
Kamu ihaleleri, hep belli şirketler tarafından kazanılıyor.
Mesela, değeri 100 milyon lirayı geçen ihaleler ilginç bir bilgi veriyor.
Toplamı 331 milyar lira tutan bu ihalelerin yarısını 20 şirket almış.
Bunun da yarısı Cengiz – Limak – Makyol – Kolin – Kalyon şirketlerine gitmiş.
Bu ihalelerin çoğu davet usulüyle yapılmış.
Bunlar öyle şirketler ki bazı işlerde ortaklar, bazı işlerde rakipler.
İçinden çıkılmaz bir muamma gibiler.
Merak ettiğim, Erdoğan'ın bu müteahhitler havuzunu hangi renkle tanımladığı.