Cumhurbaşkanlığı, 2018 yılında dernek, vakıf ve birliklere yardım amacıyla 818 milyon lira para ödendiğini açıkladı.
Raporda bu tutarın hangi dernek ve vakıflara ödendiğine, kimin ne kadar aldığına ilişkin bir açıklama yok.
Normal olarak milletin bunu bilmesi gerekir.
Bu para bütçenin harcama havuzuna gökten yağmıyor, piyangodan çıkmıyor, harcamayı yapanın şahsi serveti de değil.
Bizim vergilerimizden oluşuyor ve vergilerimizin nereye, nasıl harcandığını bilmek hakkımız olmalı.
Türkiye Cumhuriyeti, şimdiki gibi garip bir Anayasa’ya sahip bir devlet değil de Ticaret Kanunu’na tabi bir şirket, Cumhurbaşkanı da bu şirketin murahhas azası olsaydı, genel kurula ya da yönetim kuruluna verdiği raporda bu parayı nereye ve hangi gerekçeyle harcadığını açıklamak zorunda olurdu.
Açıklamakta zorlanacağı bir ödeme de canının bir hayli sıkılmasına, görevden alınmasına bile neden olabilirdi.
Böyle kişilerin ardından da “şirketi kendi çiftliği gibi yönetmiş” diye konuşulur.
Vaktiyle krallar, padişahlar da böyle hesap vermek zorunda olmadan hazinede toplanan parayı istedikleri gibi harcayabilirlerdi.
Ama sonra günün birinde İngiltere’de bir çayırlık alanda Magna Carta diye bir belge imzalandı ve kralların keyfince vergi toplamaları ve sonra da bunu keyiflerince harcamalarının önüne denetim engelleri kondu.
Buna “bütçe hakkı” diyoruz, halktan kaç para toplanıp, nereye harcanacağına halk adına seçilmiş organlar karar veriyor, bizde de bu organ TBMM olmalı.
Ama gördüğünüz gibi TBMM’nin her hangi bir konuyu denetleyebilmesine imkan yok.
Ve Cumhurbaşkanı paramızı keyfine göre dağıtabiliyor, kime verdiğini söylemeye ihtiyaç da duymuyor.
Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti devleti zaten bir tür “sadaka devleti” sayılır.
“Sosyal adaleti sağlıyoruz” gerekçesiyle dağıttıkları fakirlik yardımları, aslında bildiğiniz sadakadır.
Yani bu devletin hayır işlemesi gerekiyorsa, devletimiz bunu zaten yapıyor. Bir de bunun üzerine ne idüğü belirsiz dernek ve vakıflara niye yardım ediyoruz?
Bunlar hükümete yakın dernek ve sözde vakıflar. Bu yolla siyasetin finansmanı için de bizim cebimizi kullanıyorlar. Bir de işsiz güçsüz çoluk çocuklarına iş yaratıyorlar.
“Sözde vakıf” diyorum, çünkü vakıflar, kişi ya da kurumların kendi servetleriyle kurdukları organizasyonlardır.
Belediye parasıyla, hazine yardımıyla vakıf faaliyeti yapıyorsanız ona vakıf denmez, “keriz söğüşlemek” denir ki o kerizler de biz yüce Türk milleti oluyoruz!
(Keriz: Kolayca kandırılan kimse. Kaynak: TDK Sözlük)
Ali Babacan, dün AKP’den istifa ederek yeni bir parti kurma yolunda bir virajı daha geçmiş oldu.
Abdullah Gül’ün bu oluşumun neresinde yer alacağı hala belirsizliğini koruyor.
Perde arkasında kalıp, ilk seçimde “muhalefetin ortak adayı” olmayı mı planlıyor, yoksa kuruluş aşamasının ilerlemesini mi bekliyor, bilemiyorum.
Ancak hesaplarını “muhalefetin ortak cumhurbaşkanı adayı” üzerine yapıyor ise hayal kırıklığına uğrama olasılığının yüksek olduğunu şimdiden söyleyebilirim.
Neden böyle düşündüğümü önümüzdeki günlerde uzunca bir yazıda açıklarım.
Ali Babacan ve arkadaşlarının ki çoğunluğunun AKP içinde siyaset yapmış olduklarını varsayabiliriz, kuracakları parti başarılı olur mu?
Önümüzdeki günler, geceler boyunca bunu tartışacağız.
Bülent Arınç’ın dediği doğru mu? “Liderlik karizmasına sahip olmayan Babacan, başarılı olamaz” mı?
Bu konuda Arınç’a katılmıyorum.
Türkiye değişiyor, gelecek seçimde oy kullanacakların yarısından çoğu hayatlarının büyük bölümünü “karizmatik bir liderin yönettiği” bir ülkede geçirmiş olacak.
Bunun hayatlarını olumlu yönde etkilemediğini en iyi onlar biliyorlar.
Kim bilir, belki de Türklerin de artık karizmatik liderler peşinde koşmayacakları, atılan nutuklara değil, yapılan işlere ve bunların kendi hayatlarındaki etkilerine bakacakları dönem gelmiştir.
Ekrem İmamoğlu’nun adını ilk kez duyduğumuzda “liderlik karizması” mı vardı?
Ve unutmayalım ki “karizmatik lider” arayışı, yeterince gelişmemiş toplumların en büyük sorunudur.
Babacan’ın partisi, Türkiye’nin sorunlarına ve halkın beklentilerine doğru yanıtlar bulabileceğine ilişkin inandırıcı bir profil çizebilirse, kimsenin karizmayla filan ilgilenmeyeceğine bahse girerim.
Bu partinin AKP’de ciddi bölünmelere yol açıp açmayacağı meselesi de var tabii:
Erdoğan’ın bunu önlemek için yurt çapında mitingler düzenlemeye başlayacağı bildiriliyor.
“İktidar koalisyonuna en çok oyu veren il ve ilçelere teşekkür edecek” gerekçesi, bu mitinglerin hedefinin Babacanlar olduğu gerçeğini unutturmaya yetmez.
Babacan ve partisini hedef ve muhatap aldıkça da kendi tabanında yeni partinin ilgi çekmesini önleyemeyecektir.
Buna bir de kaybedilen büyük belediyeler ve ekonomik kriz nedeniyle paylaşılacak iktidar nimetlerinin azalmasının AKP içinde yaratacağı stresi ekleyin.
Erdoğan’ın işi, zannettiği kadar kolay olmayacak.
Önümüzdeki günlerde partinin diğer kurucularının da birer birer netleştiğini göreceğiz. Bana öyle geliyor ki bu Erdoğan’a adeta Çin işkencesi gibi gelecek bir süreç içinde gerçekleşecek, bir günde olup, bitmeyecek.
Partinin programını ve kurucu kadrosunu gördükten sonra bir değerlendirme yapmak daha gerçekçi olacak.
Binali Yıldırım’ın çocuklarının iş idaresi okullarında örnek olay olarak ders konusu yapılacak başarılarının sırrının ne olduğunu sormuştum.
Binali Bey, bu sırrı bizlerle paylaşmak yerine beni mahkemeye verdi, başarabilirse hapse de attırmak istiyor.
Olabilir, bunun için kendisine kırılmış, gücenmiş değilim. Bu aramızdaki kişisel bir mesele değil çünkü. Memleket meselesi!
Ama bir yandan merak da beni öldürüyor: Bu işin sırrı nedir?
Tabii şimdi Ali Babacan parti kuruyor filan, Binali Bey’in de dikkati buna yönelmiş olabilir. Ne de olsa partisine bir rakip geliyor.
Şimdi bu telaş arasında bir de beni düşünmesin diye haber vereyim dedim.
Bu hafta bir yanıt beklemiyorum Binali Bey, siz işinize bakın.
Gelecek hafta size yine hatırlatırım, kendinizi çok yormamaya gayret edin, her şey olacağına varıyor sonunda.