Hakimlik ve savcılık, "sululuk" kaldırabilecek meslekler değildir.
"Sululuk" kelimesini kullandım ancak çoktan seçmeli de yapabilirdim, siz içlerinden birisini kullanınız diye: Ciddiyetsizlik, gevezelik, cıvıklık, boşboğazlık gibi...
Anayasa Mahkemesi üyeliği gibi saygınlığı üzerinde çok titizlikle durulması gereken bir makamdaki bir yargıcın, bir tür yeni yetme atarlanmasıyla sosyal medyada boy göstermesi de kusura bakmasın ama böyle bir sululuktur.
Bir yargıcın sosyal medyadan mesajlar yağdırması kabul edilebilir bir durum sayılmaz.
Yargıçlar kamuoyunun önüne sadece verdikleri kararlar ile çıkarlarsa hem saygınlıklarını korurlar hem de ileride verebilecekleri kararlar ile ilgili önyargıların oluşmasının önüne geçerler.
Siyasal İslamcıların iktidar döneminin bu ülkenin kurumlarında yarattığı tahribatlardan en büyüğünün yargıda gerçekleştiğini rahatça söyleyebilirim.
Bunu söylerken siyasal dincilerden önce yargı kurumumuz dört dörtlüktü diye iddia ediyor değilim.
Türkiye’de yargı her zaman devlete egemen olan gücün çıkar ve beklentilerini, bireysel özgürlüklerimizin, kişisel haklarımızın önünde tuttu.
Ancak yine de iyi kötü öngörülebilir bir yargımız vardı. Keyfi kararlar hiç verilmezdi demiyorum ama düzeltilme yolları açık olurdu.
Hakimlerin ve savcıların, kendilerini siyasi iktidarın memuru olarak konumlamaları bu iktidar döneminde sıradan bir durum oldu.
Günümüz yargısında rastladığımız türden keyfiliklere sadece askeri darbelerin ara rejim dönemlerinde tanık olduk.
Mesela Sözcü gazetesi yazarlarına verilen mahkûmiyet ve ardından gelen önceki gün istinaf mahkemesinin onay kararı, sadece ve sadece sıkıyönetim mahkemelerinde olabilecek işlerdendir.
Osman Kavala’nın, utanç verici bir iddianameyle üç yılı aşkın süredir hapiste tutulması gibi olaylar da sadece sıkıyönetim mahkemelerinin işi olabilirdi.
Ama o dönemde bile üst mahkemenin kararına uymamak kimsenin aklına gelmezdi.
Aklına gelen vardıysa bile buna cesaret edemezdi.
Anayasa Mahkemesi’nin kararına karşı çıkan ağır ceza mahkemesi, ısrarının hukuki gerekçelerini açıklayamaya yeterli bir karar yazmaya bile tenezzül etmiyor.
Çünkü ya böyle bir hukuki tartışmayı yürütebilecek çapta hukuk bilgisini haiz değil ya da böyle bir şey umurunda değil, verilen emirleri yerine getiriyor.
Erdoğan rejiminin adalet sistemi, darbe dönemlerinin adalet düzeninden hiç farklı değil.
Gerçekleşmiş bir darbenin hukuki sonucu Anayasa’nın askıya alınması ya da yok sayılmasıdır.
İşine gelmeyince Anayasa yokmuş gibi davrananların "ışık yandı – ışık söndü" diyerekten darbe geyiği çevirmesi, bilinen en eski "maymuna bak oyunu"dur.
Pandeminin ilk aylarında, bir sanayici arkadaşım, bunun Türkiye için bir avantaj olabileceğini, Avrupa’dan gelecek siparişleri daha hızlı karşılama olanağına sahip olan Türkiye’nin, Çin’e bir alternatif oluşturabileceğini anlatmıştı.
Ona hayal görmemesini söylemiştim.
Tam da o sabah Işık Özel’in T24’te yayımlanan "Zoom’da bayram kahvaltısı ve küresel tedarik zincirleri" başlıklı yazısını okumuştum; o yazıdan yürüttüğüm bilgilerle hava attığımı çok iyi hatırlıyorum.
Geçen gün Dünya gazetesinde yayımlanan bir haberi okurken o tartışmamızı hatırladım.
Buyurun haberin girişinden bir paragrafı birlikte okuyalım:
"Avrupa’dan gelen siparişlerin hızlanması ve Türkiye’nin Çin’e alternatif ülkelerden biri olması tekstilden otomotive birçok sektörde ihracatı hızlandırdı. Ancak yükler sınırda uzun süre bekliyor, Avrupa'ya giremiyor. Bulgar sınırını aşmak için 98 saat bekleyen araçlar var. Sınırda altyapının artan talebi karşılamadığını dile getiren ihracatçılar ve lojistikçiler hükümetten acil çözüm bekliyor."
Haberde sözü edilen "ihracatçılar ve lojistikçilere" üzüntülerimi bildireyim ki "acil çözüm" için daha çok beklemeleri gerekebilir.
Damat Bakan’ın ithalatı düşürmek için bulduğu "harika" çözümlerden biri, aynı zamanda ihracatın bekleme süresini de arttırıyor, ama burası çokomelli olmasına rağmen Damat Bakan’ın haberi yok.
01.09.2020 günü yürürlüğe giren kanun, ithalat araçlarının, girdikleri gümrükte, müşterileri antrepo beyannamesi verene kadar yüklerini indirmeden beklemelerini öngörüyor.
Yüklerini indirmeden bekleyen TIR’lar, yeni yük alıp, ihracat mallarını Avrupa’ya götüremiyor. İhracatta araç sıkıntısı ortaya çıkıyor.
Buna bir de yukarıda sözünü ettiğim haberde sözü edilen 98 saatlik bekleme sürelerini ekleyin.
Türkiye’nin Avrupa’ya çıkış kapılarından en büyüğü olan Kapıkule’ye getirilen randevu sistemi, araçların gümrükte bekleme sürelerini 98 saate kadar çıkarmış durumda.
Oysa geçmişte bu süre, kapının en yoğun olduğu günlerde bile 50 saati geçmiyormuş.
Bütün bu süreleri üst üste ekleyin. Türkiye, Avrupa’ya yakın olma avantajını bu uygulamalarla kaybediyor.
Burası da "çokomelli" ama bunu anlayacak kimse ekonomi yönetiminde var mıdır, bilemiyorum.