Geride bırakalı sadece 19 yıl oldu ama 20, Yüzyıl’dan artık “geçmiş yüzyıl” diye söz edebiliriz.
Ve zaten bu bile bizleri insanlık tarihinde önemli bir yere konumluyor.
Her insan, buna tanık olacak kadar şanslı olmayabilir çünkü, hem doğum tarihleri açısından hem de hayat süreleri bakımından.
Sonuç olarak her iki yüzyılı da yaşamış bulunuyoruz ve çatlasak da patlasak da bir üçüncüsünün geldiğini de, gittiğini de göremeyeceğiz. Benim yaşımdakiler tabii!
Bu laf kalabalığının nedeni geçtiğimiz yüzyılın başlarından itibaren modern toplumlara hakim olan çocuk yetiştirme, ebeveyn – çocuk ilişkisine lafı getirmek istemem.
O yıllarda ebeveyn – çocuk ilişkisinin esasen “maddi” olduğuna inanılırdı.
Çocuk korunmak istiyordu, yemek, barınmak ve büyümek için ebeveynlerine muhtaçtı. Onun için çocuğun kendisini güvende hissetmesini sağlayacak kadar ilişki, ruh sağlığı yerinde bir çocuk büyütmenin sırrı olarak görülüyordu.
Ağlayan bir bebeği susturmak için kucağa almak, öpüp okşamak, sallamak doğru bir tutum olarak görülmüyordu.
Çocuk, zamanında beslenmeliydi. Acıktığı için ağlayan bir bebeğin ağzına memeyi dayamak yanlıştı.
Eğer çocuğunuzu bebekliğinden itibaren böyle bir disiplinle büyütürseniz, herhangi bir sorunla karşılaşmayacağınız çocuk bakım kitaplarının en temel öğütlerindendi.
Onun için uzun yıllar boyunca, modern toplumlarda bebekler çığlık çığlığa ağlamak zorunda kaldılar.
“Bu çocuk niye ağlıyor, bir derdi mi var? Karnı mı aç, altı mı kirli” diyenlerin yerini “çocuk ağlasa da disiplinden taviz vermemek gerekirciler” almıştı.
Disiplinli bir çocuk yetiştirmek temel hedefti. Çocuğu şımartmamak gerekiyordu.
Bugün bile birçok genç ebeveyn için bu hâlâ geçerli bir durum.
Büyükanne ve büyükbabaların çocukları şımarttıkları, aile içi eğitim düzenini bozdukları gibi fikirler, hâlâ birçok evde önemli tartışma konusu olabiliyor.
“Yine mi çikolata aldın baba” serzenişinin ardında bu disiplin hedefi var.
Akıllarına “çocuklar neden çikolatayı bu kadar seviyor, bir kişiyi çok sevdiği bir nesneden uzak tutmaya çalışmak ne kadar mantıklı” sorusu gelmiyor.
Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra, çocukların duygusal ihtiyaçları olduğu fikri de kabul görmeye başladı. Psikolog Harry Harlow, basit bir deney yapmıştı.
Kuşkusuz ki deneyin objesi konumundaki maymun yavruları için acı verici bir deneydi.
Ama o yıllarda, insanlığın iyiliği için bazı deney hayvanlarının acı çekmelerinin ahlaki olup olmadığını sorgulamak kimsenin aklına gelmiyordu.
Ancak bu deney, bebeklerin duygusal ihtiyaçları olduğunu ortaya koydu.
Bazı maymun yavrularının canı yanmıştı ama bazı insan yavrularının da acı çekmelerinin yanlışlığı anlaşılmıştı.
Harlow, maymun yavrularını, doğumdan kısa bir süre sonra annelerinden koparıp özel kafeslere aldı.
Kafeste iki “anne” modeli vardı. Birisi memelerinin yerine yerleştirilmiş süt dolu biberonlara sahip olan ve metalden yapılmış bir anne maketiydi.
Diğeri ise çocukların pelüş oyuncakları gibi yumuşak şekilde doldurulmuş bir anne maketiydi ama memelerinin yerinde bulunan biberonların içinde süt yoktu.
Ve bebek maymunlar her seferinde, memeleri boş olan yumuşak anne maketine sarılıyorlardı.
Aç kalıyorlar ama gidip metal anneye sarılarak süt emmeyi reddediyorlardı. Memeli hayvanların, sadece yemekle yaşamadıklarını, duygusal ihtiyaçları olduğunu da ortaya koyan bir deneydi bu.
Çocukken bir battaniyeye ya da bir yastığa delicesine bağlı olan çok insan var. Dünya yüzünde en çok satılan oyuncakların, içi yumuşak suni ya da doğal elyaf ile doldurulmuş bez bebekler ve hayvanlar olmasına bunun için çok şaşırmamak gerek.
Freud’un en parlak öğrencilerinden biri olarak kabul edilen psikolog Theodor Reik’in hastalarından biri olan kız çocuğu, bir yaramazlık yaptığı zaman annesinin mutlaka onu cezalandırmasını istiyormuş.
Reik, “Çocuğun kaygısının çekirdeği yalnız bırakılma korkusuydu. Çünkü cezalandırıldığı zaman, annesinin daha sonra onu yeniden seveceğini düşünüyordu” diye anlatıyor.
Elbette bu duygusal gereksinim sadece bebekler için geçerli değil. Biz yetişkinler de sevilmek istiyoruz.
Ama koca bir adamı ya da bir kadını kim niye kucaklasın, niye saçlarını okşasın, niye sarılıp birlikte yatsın?
Erich Fromm, Sevme Sanatı isimli kitabında olaya bütünüyle yanlış bir açıdan yaklaştığımız için sevgiyi bulmakta zorlandığımızı yazıyordu.
Nedeni ise tüm kültürümüzün “satın alma iştahına” dayanıyor olmasıydı.
Kendimizi “sevgi için uygun bir nesne” haline getirebilmek için didinip duruyorduk.
Güzel kokular, şık elbiseler, estetik operasyonlar, servet biriktirmek, başarı hırsı, kısacası “birisini tavlamak için gerekli olduğunu zannettiğimiz” maddi şeyler için çabalıyor ve kendimizi “sevilecek birisi” konumuna getirmeye çalışıyorduk.
Çünkü sevmenin kolay, sevilecek şeyi bulmanın zor olduğuna koşullanmıştık.
Sevilecek şey zor bulunuyorsa ve bizler de kendimizi sevilecek şey haline getirebiliyorsak, bizi kolayca sevebilirlerdi.
Fromm gerçeğin bunun tam tersi olduğunu iddia ediyordu.
Sevilme ihtiyacı yalnızlık korkusuyla ilgiliydi ve sevgi bu koca dünyada yalnız kalmamamızı sağlayabilecek tek güçtü.
Ve bir “quotation” da benden olsun:
Sevilme ihtiyacımızı karşılamamızın bir tek yolu var: Sen de birisini seveceksin!
Birisine ihtiyacı olan sevgiyi vermelisin ki o da senden bunu esirgemesin.
Sanki basit bir alışverişten söz ediyor gibiyim. Bakkala gittim, para verdim ki o da bana ekmek versin gibi!
Böyle anlatınca insana ne kadar soğuk ve uzak geliyor değil mi?
Duygudan yoksun bir deney gibi.
Milattan önce 2. yüzyılda yaşamış filozof Panaetus’un öğrencisi de olan Stoacı Hecato şöyle demiş:
“Sana içinde ilaç, ot ya da büyücü tılsımı olmayan bir aşk iksiri göstereceğim; eğer sevilmek istiyorsan, sev.”
Roland Barthes da sevecenliğin tek taraflı bir eylem olmadığını, karşımızdakinden de beklediğimiz bir şey olduğunu söylüyor.
“Karşılıklı bir iyiliğin içine kapanırız, karşılıklı olarak annelik ederiz. Her tür ilişkinin köküne, gereksinimle arzunun birleştiği yere döneriz” diye yazıyor.
Zekâmızın daha bu kadar gelişmemiş olduğu evrim sürecinin ilk aşamalarında, insanlar muhtemelen sadece üremek için sevişiyorlardı.
Elimizde yazılı bir şey olmadığı için elbette o dönemlerde, bir erkek ile bir kadının birbirlerini sevişmeye ikna etmek için nasıl bir sevgi gösterisinde bulunduklarını bilemiyoruz.
Kim bilir belki silah olarak kullanılabilen bir kemik parçası ya da dalından yeni koparılmış bir meyveydi bunun yolu.
Theodor Reik, şöyle yazıyor:
“Arzuları sevilmek olan ve bu isteği diğerinden çok daha güçlü olan çok sayıda insan tanırsınız. Sevgi nesnesi olmak için olağanüstü duygusal enerji harcayan ve sevgi vermenin mutluluğunu bilmeyen tipler vardır.”
Bu tiplere şimdi kısaca “bencil” deyip geçiyoruz.
Tersi de var tabii:
Sevilmekten daha çok birisini sevmeye kendisini adamaya hazır tipler.
La Rochefoucauld Dükü, Maximes isimli özdeyişler kitabında şöyle yazmış mesela:
“Aşkın zevki sevmektir ve kişi, bir başkasında uyandırdığı tutkulardansa kendi hissettiği tutkudan mutluluk duyar.”
Ben de aşkın tek taraflı bir duygu olduğunu düşünürüm ama doğrusunu isterseniz romantik olarak ne kadar yüceltilirse yüceltilsin tek taraflı aşk, aşık için acı verici bir deneyimdir.
Çevrenize bakın: Huzurlu ve mutlu olduklarını düşündüğünüz her insanın hayatında onu seven, kendisinin de sevdiği bir insan vardır.
Birbirlerini gördükleri anda, aynı şekilde heyecanlanan bir çift olmaktan daha iyi ne olabilir ki?
Not: Harry Harlow’un gerçekleştirdiği maymun deneyini, Yuval Noah Harari’nin, Homo Deus – Yarının kısa Bir Tarihi isimli kitabından aktardım. (Çeviren: Poyzan Nur Taneli. Kolektif Kitap.)