AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal, siyasal İslamcı çevrelerin çok sevdiği bir şeyi tekrarladı:
"Maalesef bir kültür devrimi olarak cumhuriyet, bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünmemizi yok etmiştir."
Karşılaştığı tepki üzerine daha sonra kıvırtmaya çalışsa da şu sözleri de kayıtlara geçmiş durumda:
"Bugün konuştuğumuz Türkçe'nin düşünce üretebilmesi mümkün değildir. Bugün konuştuğumuz Türkçe ile bir düşünce üretemeyiz sadece ihtiyaçlarımızı karşılayabiliriz, konuşma ihtiyacımızı karşılayabiliriz. Mesela melül, mahsun, inkisar, keder, hüzün, buhran bunların hepsini tek bir kelimeyle ifade ediyoruz; stresliyim."
Bu sözlerden benim anladığım şu ki Mahir Bey, öğrencilik hayatı boyunca dalga geçtiği yetmemiş gibi öğrenciliğinden sonra da okuma – yazma işiyle başı pek hoş olmamış.
Biraz mürekkep yalamış olsaydı bu kelimelerin hepsinin Türkçede birer, bazı durumlarda birden fazla karşılığı bulunduğunu öğrenmiş olurdu.
Mahir Ünal'ın sözleri elbette cehaletten değil, siyasetten kaynaklanıyor.
Bu, siyaset yapmak maksadıyla taammüden gerçeklerin çarpıtılması diye tanımlanabilir ve bu durumuyla "osur osur ipe diz" halk deyişini hak edecek seviyede.
Mahir Bey belli ki küçüklüğünde bu tür palavralara çok maruz kalmış, onları tekrarlıyor.
Unuttuğu şey şu ki Türkler, onun anlayacağı gibi ifade edecek olursam "kalu beladan beri" Türkçe konuşuyor, Türkçe anlaşıyor.
Arap alfabesiyle de Türkçe yazarlardı zaten. Cumhuriyet, Arap alfabesinden Latin alfabesine geçişi sağladı, konuşulan, insanların birbirlerini anladığı dili değiştirmedi.
Dilimizin bugünkü hâli, zaman içinde gelişmiş hâlidir ve diller de tıpkı diğer canlılar gibi belli bir zaman içinde donarlarsa ölür, giderler.
Mahir Bey'in sorunu, Siyasal İslamcıların Cumhuriyet düşmanlığında yatıyor ve artık tedavisinin mümkün olmadığını da biliyoruz.
Yıllardır aynı ezberi tekrarlamaktan yorulmadılar, bıkmadılar.
Daha önce de yazmıştım:
Matbaanın Osmanlı topraklarına gelmesiyle, alfabenin değiştiği harf devrimine kadar geçen 200 yılda kaç kitap basıldı da şimdi o kültür hazinelerinden mahrum kaldık dersiniz?
Eski harfler ile Türkçe basılı yaklaşık 40 bin "adet" eser mevcut.
Bunun yaklaşık 20 bini aynı eserlerin tekrar baskısı. Kalanın 15 bini ya yabancı dilden tercüme ya da derlemenin derlemesi eserler.
"Monte Kristo Kontu" gibi popüler eserler de var ki gençler bugünün Türkçesiyle de okuyabilirler.
Özgün telif eser sayısı iyi ihtimalle 3 – 5 bini geçmiyor.
Bu telif eserlerin hemen hepsi daha sonra yeni alfabe ile tekrar yayınlanmış. Dolayısıyla "ulaşılamayan" bir kültür hazinesi filan yok.
Eski harfler ile ilk kitapları basan İbrahim Müteferrika‘nın kaç adet kitap bastığını da bilmiyorlardır, ben söyleyeyim:
Müteferrika, ilk önce Marmara Denizi, Karadeniz, İran ve Mısır'ı gösteren dört harita basmıştı.
Bastığı ilk kitap 100 tirajlı Arapça – Türkçe sözlük. (Vankulu Lügati.) Matbaasında basılan toplam kitap sayısı 17! Matbaanın el değiştirmesinden sonra basılanlarla birlikte sayı 23'e çıkıyor.
Bunların bazıları 300 adet, bazıları 500 adet, bazıları da bin adet basılmış. Polonyalı Cizvit rahibi Krusinski'nin İran ve Afgan tarihine ilişkin kitabı ise en yüksek tiraja ulaşmış: 1200 adet!
Müteferrika'nın bastığı kitaplar daha çok sözlüklerden, anılardan ve ilk Türkçe Atlas'tan oluşuyor.
Yani harf devrimi nedeniyle ulaşılamayan büyük bir kültürel hazine filan yok.
Bu Siyasal İslamcıların bir palavrasından ibaret.
Batı'da bilimsel düşüncenin gelişmesini sağlayan kurum üniversiteydi.
Unutmayalım ki "medrese" adını verdiğimiz kurum, hiçbir zaman bir üniversite olamadı.
Osmanlı'da bilim ve felsefenin gelişeceği bir ortam yoktu, dolayısıyla eski alfabeyle Türkçe basılmış telif eser sayısı da din kitapları dışında yok mertebesindeydi.
Medreseden bilimin, felsefenin matematiğin dışlanmasının nedeni mollaların, siyasi gücü ellerinde tutmak isteklerinin bir sonucuydu.
İstanbul'da 16. yüzyılda Takiyüddin rasathanesini "gökleri gözetlemek uğursuzluk getirir" diye yıkanlar da din kisvesinin ardına saklanmışlardı.
Prof. Bekir Karlığa‘nın araştırması gösteriyor ki Osmanlı kütüphanelerinde İbn Rüşd'ün felsefeyi savunan eserinden sadece 4 nüsha el yazması bulunuyordu. Avrupa'da ise daha 15. yüzyılda matbaada tam 17 baskısı yapılmıştı.
Yani Siyasal İslamcıların iddia ettiği gibi "geçmişin kültür hazineleri" sıfırlanmadı, zaten sıfır mertebesine çok yakındı.
Bu tipler, harf devrimi ile Latin alfabesine geçişten hazzetmiyorlar çünkü asıl dertleri Arapçılık.
TÜBİTAK'ın 2008'de yayınladığı verilere göre uluslararası bilimsel yayın endekslerine giren Türkiye kökenli (hepsi Türkçe değil, Türk bilim adamlarının yabancı dildeki yayınları da bunların içinde) bilimsel yayın sayısı 120 bin.
Bu yayınların aldığı atıf sayısına göre belirlenen "etki değeri" 4,55.
Gelişmiş ülkeler ortalamasının çok altında bir rakam.
Ve bu rakamın bu hale gelmiş olması, üniversiteyi bir tür yüksek lise gibi gören zihniyettir.
12 Eylül darbesiyle üniversitenin içine sokulmuş bir virüs olan YÖK'ün, o tarihten beri gelmiş iktidarların elinde üniversitede yol açtığı tahribatın bir sonucudur.
O günden bugüne en uzun süre iktidarda kalan ve YÖK'ü, üniversiteyi "arka bahçe yapabilmek" amacıyla kullanan da AKP iktidarı.
Türkiye'nin bilimsel fakirliğinin nedeni her köşeye bir üniversite binası dikmeyi, üniversite açmak zanneden zihniyet.
Önce Fetullahçılarla el ele vererek üniversitede bilimsel özgürlük ortamını yok ettiler.
Lise ödevi bile olamayacak metinlere doktoralar dağıtıldı, iki makale yazan doçent oldu, adını doğru dürüst yazamayan adamları üniversitelere rektör yaptılar.
Üniversitenin ve bilimsel gelişmişlik düzeyimizin sefaletini konuşacak ise buradan başlamalıyız.
Mahir Ünal ve benzerlerinin, Cumhuriyet değerlerini aşağılamalarının, "halkın bir kesiminin benimsediği değerlere hakaret" olması gerektiği faslına ise hiç girmiyorum.
Mehmet Y. Yılmaz kimdir? Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı Askerlik görevini Kara Harp Okulu'nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu 1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı. Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı. 1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü. 2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu'nun CEO'luğu görevini üstlendi. 2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı. Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. "Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor. |