Uygulamalara ve verilen kararlara bakacak olursak bizim adalet sisteminin şu anda bir tek meselesi var: Türkiye’yi delirtmek!
Şakası yapılacak bir konu olmadığının farkındayım elbette.
Ama mahkeme kararları ile Adalet Bakanı’nın söylediklerini bir arada okuyunca, yargıçlarımızın uzaydan gelmiş bir virüs tarafından zehirlendiklerini ve bu nedenle milleti delirtmeye çalıştıklarını düşünmemiz için çok neden var.
Eğer bir virüs yoksa, yargıçlarımız bu virüsün etkisinde değillerse, o vakit de dedikoduların doğru olduğunu düşünmeye başlamalıyız.
Dedikodulara bakılırsa, İstanbul’da mahkeme kararları artık 'bir merkezden' veriliyormuş.
Adı şimdi lazım olmayan etkili birisinin avukatlarından oluşan bir grup, İstanbul’da Adalet Sarayı’nda çok önemli bir makam odasında sabah erkenden mesaiye başlıyor ve o gün görülecek davalarda, hakimlerin hangi kararları vermeleri gerektiğini belirleyip, tebliğ ediyormuş.
Onun için AİHM kararı, AYM uyarısı, Yargıtay içtihadı filan önemini yitirmiş.
Hatta torba olmadığı için büzemediğimiz dedikoducu ağızlarına bakılırsa, bu avukatlar grubu, en olmadık davalarda vekalet alırlarsa sorunu şıp diye de çözüyorlarmış.
Yakından tanıdığınız bir avukat, savcı filan varsa sorun, bu dedikodunun varlığını doğrulamazsa ben de bir şey bilmiyorum!
Bizim gibi ülkelerde bu tür dedikoduların inananı çok olur.
Çünkü bizim gibi ülkelerde yargının bağımsız olmadığını herkes bilir.
Benim gibi saf ve temiz Anadolu çocukları, "Sistem bağımsızlığa izin vermese de vicdanlı yargıçlar her zaman vardır ve onlar siyasi baskıya boyun eğmez" diye düşünürler ama ağzımızın payını almamız için çok beklememiz gerekmez.
İşte bakın Necati Doğru, Emin Çölaşan, Metin Yılmaz, Mustafa Çetin, Yücel Arı ve Gökmen Ulu’dan oluşan Sözcü ekibi "FETÖ’cüdür" denilerek mahkûm edildi.
Necati Doğru ile Emin Çölaşan 3 yıl 6 ay ile en çok cezayı aldı.
Onların bu cezayı almalarından iki gün önce, Yargı’daki Fetullahçı örgütlenmenin mimarı sayılması lazım gelen eski HSYK Başkan Vekili Ahmet Hamsici FETÖ üyeliğinden 2 yıl 6 ay hapse mahkum oldu.
'Örgüt üyesi olmayan' Doğru ve Çölaşan, 'örgüt üyesi' olmakla kalmayıp, bir de örgüt adına bütün yargı yapılanmasını kurup, yöneten adamdan 1 yıl fazla ceza aldı.
Doğru ve Çölaşan, mahkemede yalan söyleyip, "Evet örgüt üyesiydik" deselerdi demek ki daha az ceza alacaklardı.
Ne diyeyim: Yaşasın Türk adaleti!
* * *
Yerli ve milli otomobilin tanıtımı yapıldı. Böylece yeni bir tartışma konusuna da sahip olmuş bulunuyoruz.
Gerçi tartışma konusu eksikliği çeken bir millet değiliz ama fazla tartışma konusu da göz çıkarmıyor ne de olsa.
AKP iktidarında, bazı konuların propagandası, o işin kendisinden daha fazla önem taşıyor. Bunu artık biliyoruz.
Nitekim ölümünden 64 yıl sonra Nazi Propaganda Bakanı Goebbels’i de bir kez daha hatırladık.
Cehennemde yanasıca Goebbels şöyle demişti: "Basını, hükümetin kullanabildiği dev bir klavye olarak düşünün."
Nitekim, AKP propaganda makinesi harekete geçti ve kaçınılmaz olarak Almanların kıskançlıktan nasıl çatırdadıklarını da bu vesileyle öğrendik.
Havuz gazetesi "Alman DW Gazetesi yerli otomobile karşı karalama kampanyası başlattı" diye haber yaptı ama böylece DW’nin (Deutsche Welle) gazete olmadığını bile bilmedikleri ortaya çıktı. Bu yandaş medyada çalıştırmak için okuduğunu anlayabilen birilerini bulmak bu kadar mı zor? Yoksa, AKP medyasından daha fazlasını zaten beklememeli miyiz?
İşten attığı gazetecilerin kıdem tazminatlarını hâlâ ödemeyen ve bununla ilgili herhangi bir utanç da duymadıkları anlaşılan Demirörenlerin Hürriyet’i de yerli otomobil CEO’su Gürcan Karakaş’ın açıklamalarını sürmanşetten verdi.
Karakaş’ın açıklamalarına göre şu anda Türkiye’de üretilen otomobillerde yerlilik oranı yüzde 19 ile yüzde 63 arasında imiş. Üretilecek elektrikli 'yerli otomobilde' ise bu oran ilk başta yüzde 51 olacakmış. Karakaş, hedeflerini, üretimin başlamasından üç sene sonra yerlilik oranını yüzde 68.8’e çıkarmak olarak açıklıyor.
Yani yine motor, pil filan gayrı milli ve yabancı olacak, kaporta, tekerlekler filan yerli ve milli.
Bu durumda başlangıçta Tofaş ve Renault’tan 'daha az yerli', ileride de 'bir tık daha yerli' bir otomobil yapacağız, bu anlaşılıyor.
Recep Tayyip Erdoğan, "Paranın milliyeti olmaz" diyor, bence de kapitalistin milliyeti olmaz.
Bizim gibi ülkeler için iktisadi verimlilik de millilik kadar önemli olmalıdır.
Kıt kamu kaynaklarının, verimli ve sürdürülebilir istihdam yaratan işlerde kullanılmasına ve uzun vadede gelir dağılımında adaletin sağlanmasına çaba sarf etmek gerektiğini düşünürüm.
Kamu kaynakları kullanılıyorsa ki bu işte böyle olacak, azami şeffaflık isterim ki bu da AKP iktidarı için yabancı bir kavram.
Karakaş, henüz fabrika binası yapılmamış bir otomobili iki yıl içinde üretebileceğimizi söylüyor ki bu konuda kimseyle iddiaya girmesini önermem.
26 Aralık günü yayımlanan 1945 sayılı "elektrikli otomobil üretimine proje bazlı devlet desteği verilmesine ilişkin Cumhurbaşkanlığı kararnamesi" yatırım başlangıç tarihini 30 Ekim 2019 olarak belirlemiş ve 13 yıllık bir yatırım süresi öngörmüş.
Bu süre içinde yatırım tamamlanamaz ise Bakanlık bu süreyi 6,5 yıl daha uzatabilecek.
Tesis 2 yılda üretime geçebilecek ise sonraki yatırımlarını kendi kaynaklarıyla yapabiliyor olmalı. Yoksa 'yatırımı kamudan, karı ortakların cebine' sistemi ortaya çıkar ki biraz tuhaf olmaz mı?
Elbette kararname hazırlanırken üretim mühendislerinin görüşleri de alınmış olmalı ama takdir edersiniz ki yılda 175 bin adet otomobil üretebilecek bir tesisin, CEO Karakaş’ın söz verdiği iki yılda üretime geçmesi biraz hayal gibi görünüyor.
Yine de hayırlı uğurlu olsun diyelim, dilerim milleti kandırmıyor olsunlar.
* * *
Stratejik Eylem Planı’na göre önümüzdeki dört yıl içinde Diyanet İşleri’ne 42,4 milyar lira tutarında bütçe tahsis edilmesi öngörülüyor.
Bununla ilgili haberi Sözcü’de okudum.
Diyanet İşleri de biliyorsunuz, Saray gibi.
Öngörülen bütçe hiç bir zaman yetmiyor, hep ek bütçe de alabiliyor.
Recep Tayyip Erdoğan iktidarı, Kanal İstanbul’un yedi yılda 75 milyar liraya yapılacağını açıklamıştı.
Diyanet İşleri, dört yılda 42,4 milyar lira bütçeyi hedeflediğine göre, 7 yılda aşağı yukarı Kanal İstanbul kadar bir parayı harcayacak.
Para bu kanaldan da oluk gibi akacağına göre, acaba bundan sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’na Kanal Diyanet mi desek?