Türkiye’nin, Kuzey Suriye’de bir askeri harekât yürütüyor olmasının gerekçesi, sınır bölgesinde PKK’nın Suriye kolunun bir özerk yönetim kurma olasılığı.
PKK’nın Suriye kolu PYD, ABD’nin de desteği ile bir yandan IŞİD ile mücadele ederken, diğer yandan da bu özerk yönetimin temellerini atıyordu, bunu dünyada bilmeyen yok.
Söz konusu bölgenin nüfus yapısını değiştirmek amacıyla etnik göçü zorladığını da zaten uluslararası kuruluşlar da rapor etmiş bulunuyor.
Türkiye’nin “güvenlik endişesi” olarak tanımladığı konu, PKK’nın burada bir özerk yönetim kurduktan sonra aynı şeyi Türkiye’ye de ihraç edeceği meselesi.
Herkes karnından konuşuyor, kimse açıkça söylemiyor, bu eksikliği ben tamamlayayım: Türkiye Cumhuriyeti, kendi içindeki Kürtler ile olan meselesini çözemediği için Suriye’de de Irak’takine benzer bir oluşumun gerçekleşmesini istemiyor.
Bunun Türkiye’deki ayrılıkçı hareketi güçlendireceğini, sınırın kontrolündeki zorluklarla birlikte içerdeki PKK faaliyetlerinin de artacağını düşünüyor.
Türkiye’nin bir Kürt sorunu olmasa, Suriye sınırındaki bu gelişmeyi kendisine o kadar da dert etmezdi, burası kesin.
Türkiye’nin Kuzey Irak’taki oluşuma ilk yıllarında mesafeli durmuş olması da bundan kaynaklanıyordu.
PYD / YPG sınırda böyle bir avantaj kazanmadan önce de Türkiye’nin bir Kürt sorunu vardı ve bu sorun, PYD / YPG sınırın 30 kilometre ilerisine sürülse de, ABD verdiği tüm silahları geri alsa ya da Türkiye o silahları imha etse de yerinde durmaya devam edecek.
Onun için esas meselemiz bu sorunu Türkiye’de çözmek.
Recep Tayyip Erdoğan, 18 Temmuz 2010 tarihinde, Dolmabahçe’deki Başbakanlık ofisinde kadın örgütlerinin temsilcileriyle bir araya geldi. Toplantıda kendisine kızı Sümeyye Hanım eşlik ediyordu.
Erdoğan, bu toplantıda önce “Barış Annesi” Sakine Arat’tan söz etti. Arat, üç çocuğunu PKK’ya kaptırmış, kızı intihar etmiş acılı bir anneydi.
Ardından sözü şehit annesi Matlube Güngör’e getirdi. Güngör’ün “hepimiz kardeşiz. Allah hiç kimseye bu acıyı yaşatmasın. Bizim canımız, ciğerimiz yandı, başkalarınınki yanmasın” sözlerini aktardı.
Sonra da müjde verdi:
“Psikolojik bariyerler kaldırılmıştır, çözüm iradesi ortaya konmuştur, çözümün mümkün olduğu anlaşılmıştır. Yani ok yaydan fırlamıştır ve artık bu iş çözüm yolundadır. Demokratikleşmeden hiç kimse korkmamalıdır. Türkiye’nin gelişmesi ve büyümesi, daha fazla demokratikleşmesine bağlıdır.”
Biliyorsunuz “çözüm iradesi”, AKP’nin tek başına hükümet kuramayacağı bir netice aldığı 7 Haziran 2015 seçimleriyle birlikte ortadan kalktı.
Sonrasını da biliyoruz, PKK’nın hendek siyaseti, yıkılan kentler, hayatlarını kaybeden genç insanlar.
Artık Türkiye’nin gelişmesi için daha fazla demokratikleşmeden de söz etmiyor.
Tam tersine Türkiye, bir otokrat tarafından yönetilen parti devletiyle, demokrasiden hızla uzaklaşan bir görüntü içinde.
Erdoğan, 2010’da söz verdiği demokratikleşme konusunda gerçekten samimi olmuş olsaydı bile kuşkusuz ki ayrılıkçı hareketi tamamen yok edemeyecekti.
Dünyada ayrılıkçı milliyetçiliğin tamamen yok edilebildiği bir yer yok.
Bir refah toplumu sayılabilecek Katalanlar içinde bile ayrılıkçılık ölmüş değil.
Ama ayrılıkçı hareketlerin etki alanını daraltmak, kitleler ile bağını zayıflatmak, ideolojik olarak marjinal hale getirmek mümkün.
Demokrasiyi güçlendirmek, yükselen refahtan yararlananların sayısını artırmak bunun bir yolu.
Türkiye, demokrasisi ve gelişen ekonomisiyle bir cazibe kaynağı olduğunda sınırın ötesinde isteyen istediği devleti kursun, burada aklını çelebileceği bir kitle bulamaz.
Trakya’nın doğusunda bir Türk devleti var diye, Trakya’nın batısındaki Türkler, bu devletle birleşmek istiyorlar mı?
Erdoğan, iktidarını koruyabilmek için sırtını Devlet Bahçeli’ye dayadıktan sonra, ayrılıkçı Kürt hareketini güvenlik politikalarıyla bitirmeye yöneldi.
Bunun bir işe yaramadığını görmek için daha ne kadar bekler diye sorarsanız, çok bekleyecek derim.
***
PYD’yi sınırın 30 kilometre ilerisine sürme operasyonunu eleştirdiği için hakkında soruşturma başlatılan milletvekillerine CHP’li Sezgin Tanrıkulu da eklendi.
Yasama dokunulmazlığına sahip, milletin kendi sesini duyursun diye seçip, Meclis’e gönderdiği milletvekili, Türkiye’nin geleceğini de yakından ilgilendiren bir konuda fikrini açıkladı ve bu fikir iktidarın hoşuna gitmiyor diye soruşturuluyor.
“Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç olmayacak” konulu Adalet Reformu’nun TBMM’ye bir teklif olarak getirilmesinin üzerinden bir hafta geçti.
Bakalım bu teklif kanunlaştığı gün kaç kişi düşüncesini açıkladığı için soruşturmaya maruz kalacak?
“Bu tür konularda bir bahis sitesi mi açılsa” diye düşünmedim de değil.
Geçen gün İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da övünüyordu: Kuzey Suriye askeri operasyonunu eleştiren 500 sosyal medya hesabını tespit edip, 121’ini gözaltına alıvermişler!
Şöyle diyor: “Arkadaşlarımız Barış Pınarı harekâtına hakaret eden, ülkemize işgalci nitelemesi yapan, milletimizin birliğine hakaret edenlerle ilgili gerekli tespitleri yaptılar. 121’ini göz altına aldık, devam ediyoruz!”
Analar ne aslanlar doğuruyor!
Polis belli ki savcının yerine geçmekle de kalmamış, artık hâkim de olmak istiyor!
Anlamayacaklarını biliyorum ama tane tane tekrar söyleyeyim:
Bu ülkedeki herkes, bu politikayı onaylamak zorunda değil.
Bazıları karşı olur, bazıları destekler. Bazıları bir yönünü destekler, geri kalan yönlerini eleştirir. Buna genel olarak “fikir özgürlüğü” diyoruz!
Demokrasilerde vatandaşlar böyle haklara sahiptir.
Bunu yapamayacağınız yerlerdeki rejimlere “otoriter, diktatörlük, faşist, komünist, teokratik, totaliter” filan gibi isimler veriliyor.
Hem “demokrasi” olmak hem de bu konularda fikrini söyleyenleri hapse tıkmak, kusura bakmayın ama mümkün değil.
Zaten eskiden dışarıda geleneksel olarak Türkiye’yi savunan çevrelerin, bugün başlarını ters tarafa çeviriyor olmalarının nedeni de bu konudaki bozuk siciliniz.
Kimse Türkiye ile aynı yerde durmak istemiyor, çünkü böyle yaparlarsa sizin bu anti demokratik uygulamalarınızı da destekledikleri zannedilir diye çekiniyorlar.
Evet, anlamak istemeyeceğinizi biliyorum ama gerçek bu.