CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, Anayasa değişikliği sonrasında seçilerek görevlendirildiği yeni işi için "sözde" sıfatını kullanınca, siyaset meydanı yine karıştı.
Son zamanlarda AKP yöneticileri ve Fahrettin Bey, ergenlik çağındaki çocuklar gibi, atar – gider bir ruh durumu içindeler, bilmiyorum sizin de dikkatinizi çekti mi?
Ne söyleseniz, ne yapsanız bundan bir kavga çıkarmaya eğilimliler.
En sevdikleri suçlama ise bildiğiniz gibi "darbecilik" suçlaması.
Bu memleketin son gördüğü darbecileri, o makamlara getirenlerin kendileri olduğunu unutturmaya çalışıyorlar sanki.
Biliyorsunuz, Türk usulü başkanlık sistemine geçtiğimizden beri muhalefetin kafası karışık.
Eskinin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı'nın görevleri ile bugünün tek yetkili – partili Cumhurbaşkanını karıştırmaktan kaynaklanan bir kafa karışıklığı bu.
Ve daha da ilginci, benzer bir kafa karışıklığı bu sistemi memleketin başına saranlarda da var.
Herkese bu sisteme geçilirse ne kadar şahane işler olacağını anlattılar ama kafaları hâlâ eskinin kavramlarına takılıp, kalmış durumda.
Yeni sistemde Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan kişi, partili ve icranın da başı.
Partisi aracılığıyla Meclis'i, Anayasal yetkileri aracılığıyla yargıyı yönetip, yönlendiriyor. Yürütmeyi de tek başına temsil ediyor.
Yani esasen memlekette olup biten iyi şeylerin de kötü şeylerin de tek sorumlusu.
Bu açıdan her türlü eleştiriye açık olmalı, çünkü bizim hukukumuza göre icra makamında bulunanlar, hakarete de varsa, kendileri hakkında söylenen sözleri dinlerken şok geçirseler de eleştiriyi tahammül ile karşılamak zorundalar.
Bunu ben söylemiyorum. Ülkenin Anayasası'na göre vatandaşların hukukunu korumak ile görevli, AİHM, AYM, Yargıtay ve alt derece mahkemeleri söylüyor.
Eskiden böyle değildi tabii.
Cumhurbaşkanı bağımsız ve tarafsızdı; milletin birliğini ve Cumhuriyet'i temsil ediyordu.
Doğal olarak, böyle ulu bir makamı, kanunların manen koruması da gerekiyordu ki milletin ve yüce devletimizin hassas manevi kişiliği bundan etkilenmesin.
AKP'lilerin kafa karışıklığının başladığı nokta burası.
Hem Cumhurbaşkanı'nın başkanlık sistemindeymiş gibi canının istediği gibi davranmasını ve aynı zamanda partisini de yönetmesini istiyorlar, hem de parlamenter sistem sürüyormuş gibi Cumhurbaşkanı'nın her türlü eleştiriden, ağır olanlar da dahil muaf olmasını istiyorlar.
Hatta eleştiriyi hakaret olarak görmek gibi bir demokraside "hastalıklı eğilim" diye nitelenebilecek bir ruh durumu içindeler.
Bununla ilgili olarak da bir halk deyişi biliyorum, hem "canları cennette" olsun istiyorlar, hem de "yağmurda ıslanmayalım" diyorlar. (Halk deyişi bu kadar naif değil tabii. Bilenler, bilmeyenlere açıklasın lütfen, beni bu işlere alet etmeyin.)
Kemal Kılıçdaroğlu'nun "sözde Cumhurbaşkanı" sözlerine bu kadar sinirlenmelerinin nedeni, bugünü yaşarken kendilerini geçmişte sanmaları sanırım.
Öte yandan şu da var ki Cumhurbaşkanı'nın kendisi, herkese ağzına gelen her şeyi söyleyebiliyor.
Benden "şahsına" bir tavsiye; duymak istemediği şeyleri başkasına söylemesin.
Kendisi üslubuna dikkat eder, aklına ilk gelen sözleri muhataplarına söylemekten vazgeçerse, karşısındakiler de ona hitaplarında daha özenli olurlar.
Aile terbiyesinin temel kurallarına uyalım, yeter yani!
Bir not da Fahrettin Bey için: Sıfatı CB İletişim Başkanı olan bir memur, elinde telefon, herkese yanıt yetiştirmek peşinde olmamalıdır. CB Sözcüsü, zaten bu iş için var. Kendi görevi, kurumunun kuruluş kanununda yazılı, onu yapsın yeterli olur. Kılıçdaroğlu da tıpkı Erdoğan gibi seçilmiş bir politikacı. Halk seçti; bulunduğu yere tayin edilerek gelmedi. Bir memur olarak politikaya bu kadar heves ediyorsa, istifa edip, politikaya girmelidir. Böyle davrandığında acaba İbrahim Kalın ile bir tür yarış içine mi giriyor, onun görevini de mi üstlenmek istiyor diye düşünmeden edemiyorum.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Boğaziçi Üniversitesi rektörü ile ilgili tartışmalar hakkında şunu söyledi:
"Cumhurbaşkanı'nın yetkisinin sorgulanması sağlıklı değil."
Kalın ile Fahrettin Bey arasındaki gizli güç çekişmesi konusunda tarafsızlığımı korumakla birlikte bu konuda kendisine hak verdiğimi söylemeliyim.
Cumhurbaşkanı'nın, istediği kişiyi rektör tayin etmesinin önünde bir engel yok, bu yetkiyi kullanmasında da bir tuhaflık yok.
İbrahim Kalın Bey'in bu fikrine katılıyorum ama meseleyi gargaraya getirmeye çalıştığı izlenimimi de koruyorum.
Hatta artık alıştık, Cumhurbaşkanı'nın, bu tür görevlere, partisine ya da bizzat şahsına yakın bulduğu isimleri getirmek kararlılığında olduğunu da biliyoruz.
Görebildiğim kadarıyla itirazlar bu yetkinin kullanılmasından daha çok nasıl kullanıldığı ile ilgili.
Adam, Türkiye'nin en gözde üniversitesine rektör atanacak düzeyde değil, eleştirilerin temeli bu.
Bir akademisyen için en utanılacak işlere girmiş, başkalarının kitaplarından parçaları, kendi tezine, sanki kendisi yazmış gibi aktarmış. Yüz kızartıcı!
Hocalıktaki çapı, o üniversitenin hocalarının ortalama çapının hayli altında.
Dil bilgisi deseniz, paylaşılan videolardan izlediğim kadarıyla benden bile kötü.
Uluslararası ilişkilerdeki yetkinliğiyle, akademik vizyonuyla böyle bir üniversiteye katabileceği bir şey de yok.
Eleştirilen konu bu İbrahim Bey.
Şunu diyorsanız, susup kenara çekilebilirim:
"Hem AKP'li olacak, hem de doğru dürüst bir akademik geçmişe sahip olacak birisini bulabilmek o kadar kolay değil. Reis de ne yapsın, kendi çevresinden ancak bu kadarını bulabiliyor! Yoksa o da istemez mi hem AKP'li, hem de akademik yeterliliği tartışılmayacak birisini rektör yapmak?"
Böyle diyorsanız tamamdır, ben aradan çekileyim. Ama siz de bunun açıklamasını, akademideki muhafazakâr ama ciddi bilim insanlarına yapın lütfen.