Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını gerekçe göstererek aldığı Libya’ya asker gönderme kararı, Berlin’deki son toplantının ardından auta çıkmış bulunuyor.
Libya’ya dış güçlerin müdahalesinin sonlandırılması ve silah ambargosu uygulamasının takibinin karara bağlanması, Türkiye’yi sonu belirsiz bir maceraya girişmekten kurtarmış oldu.
Berlin toplantısından sonra, Libya’da bir tarafın diğerini askeri olarak ezip, ülkeyi kontrol altına alamayacağını söylemek mümkün.
Daha açığı arkasında Türkiye’nin de desteği olan Serraj hükümeti, sıkıştığı Trablus’ta rahat bir nefes alacak.
Siyasi sürecin yeniden başlaması elbette iyidir ama çok da ümitlenmemek gerek.
Hafter güçleri, askeri olarak ciddi bir kazanım elde ettiler ve ateşkes bir bakıma bu kazanımın da korunması demek.
Hayat Erdoğan’ın nutuklarındaki gibi akmıyor doğal olarak.
Ancak şunu da kabul etmek gerekir ki Erdoğan’ın Libya’ya asker gönderme hamlesi, siyasi sürecin başlaması ile birlikte Türkiye açısından iki önemli sonuç yarattı.
Birincisi Türkiye’nin de desteklediği Trablus’taki meşru yönetimin ömrü uzadı ve Libya’daki siyasi belirsizliği bugünden yarına çözmek mümkün olmadığı için, Serraj hükümetiyle yapılan Akdeniz sınır anlaşması şimdilik garantide görünüyor.
İkincisi, bundan böyle Libya’da, Türkiye’yi dışlayacak bir çözüm de mümkün olamayacak. Türkiye, masadaki yerini böylece garantiye alıp, sağlamlaştırmış oldu.
Erdoğan’ın Türkiye açısından felaketle sonuçlanabilecek hamlesi, beklenmedik bir şekilde olumlu sonuç verdi. Bunun için Merkel’e ve Putin’e teşekkür etmiştir sanırım.
Rus ruletini andıran bir hamleydi ama işe yaradı.
Ancak amaç Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin, Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını korumak ise bu yeterli değil.
Türkiye, bölgenin kaynaklarından yararlanmak istiyorsa, bölge ülkeleriyle arasını düzeltmek zorunda.
Aynı durum karşıdaki ülkeler için de geçerli. Türkiye’yi dışlayarak, Doğu Akdeniz’in zenginliklerini rahatça kullanmak mümkün değil.
Yani, "karşılıklı çıkarlar", el sıkışmayı ve konuşmayı gerektiriyor.
Mısır ile Türkiye arasındaki sorun, Mısır’ın Türkiye aleyhine hareketlerde bulunmasından kaynaklanmıyor. Erdoğan’ın ideolojik saplantılarından kaynaklanıyor.
Erdoğan karar vermek zorunda: Türkiye’nin çıkarları mı önemli, Müslüman Kardeşler mi?
Aynı sorun İsrail ile de ilgili. Filistin’in avukatı olmadığını, TC Cumhurbaşkanı olduğunu hatırlamalı.
İsrail ile ilişkilerini düzeltebilirse, Filistin’e de daha çok yardımı dokunacağını biliyor olmalı. Düşmanlıkla bir yere varılmıyor çünkü.
Ve Suriye... Suriye’de Esad’ın gitmeyeceği artık kesin gibi.
Türkiye, Suriye ile ilişkisini yeniden normale döndürmeli ki hem Türkiye’deki Suriyeli göçmenler için yararlı olabilecek işler yapabilsin hem de Doğu Akdeniz deniz yatağı zenginlikleri ile ilgili işbirliği yapabilsin.
Doğu Akdeniz için Libya’da savaşa girmeyi bile göze alan Erdoğan, daha kolayını yapabilir, bölgedeki ülkelerle Türkiye’nin ilişkilerini eski rayına sokabilir.
Sadece Libya’yı yanına alarak bu işin üstesinden gelemeyeceğini biliyor olmalı.
Yeter ki kendisinin asıl görevinin Türkiye Cumhurbaşkanlığı olduğunu hatırlasın!
Türkiye’nin başkanlık sistemine geçilince "uçacağını" millete sattılar ve üzerinden bir yıl geçtikten sonra gördük ki uçak tam tersine, hızla yere çakılmaya doğru gidiyor.
OECD Düzenleyici Politikalar Bölüm Başkanı Nick Malyshev’in İstanbul’da, Türkiye’nin OECD raporlarındaki geriye doğru gidişini anlattığı konferansı T24 adına Metin Kaan Kurtuluş izledi. Bu görüşme ile ilgili haberi buradan okuyabilirsiniz.
Başkanlık sistemine geçtiğimizden beri de Türkiye’den OECD’ye bilgi akışı son derece zorlaşmış.
Deyim yerindeyse OECD’ye muhatap olması gereken memurlar, işi sallamıyorlar.
E-postalara yanıt vermiyorlar, toplantılara katılmıyorlar.
Malyshev, "geçmişte öğrenmeye ve gelişmeye olan ciddiyet daha yüksekti, şimdi bırakın beraber çalışmayı toplantıya katılımlarda bile sıkıntı yaşanıyor" diye anlatıyor.
Toplantılarda iki boş koltuktan biri sıklıkla Türkiye’ye ait oluyormuş.
Ve OECD’nin 60 yıllık kurucu üyesi olan Türkiye, bu birliğe yeni katılmış bir ülke gibi kategorilerde hep son beş ülke içinde yer alıyor.
Kamuda Karar Alma Süreçleri Değerlendirilmesi 2018 Raporu’nda Türkiye, 2015’teki durumunun da gerisine düşmüş.
2015 yılında kararlara paydaşların katılım sürecinde 34 ülke içinde 16. sıradayken, 2018 raporunda 38 ülke arasında 32. sıraya gerilemişiz.
Etki analizinde 2015’te 29. iken, 2018’de 35. sıraya inmişiz.
"Uygulama sonrası değerlendirmede" sondan üçüncüyüz.
OECD raporları hepimizin bildiği bir şeyi devletin rakamlarıyla kanıtlıyor.
Bakın Kanal İstanbul karar sürecine: Cumhurbaşkanı, seçilmiş Belediye Başkanı’nın bile sürece katılmasına izin vermiyor. Halkın ne dediği zaten umurunda bile değil.
Kanunlar bir gecede torba yasalar halinde çıkıyor, TBMM’deki milletvekilleri oy verdikleri kanunun ne anlama geldiğini bile bilmiyor.
Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin sefilliği ile ilgili olarak daha önce bu köşede yazmıştım. (Kanal kazmak, kararname düzeltmeye benzemez, 2 Ocak 2020)
Ve sonra bu ülkenin "uçmasını" bekliyoruz.
Uçup giden ve arkasından bakakaldığımız bir tek şey var oysa: 700 küsur yıllık deneyimden süzülüp gelen Anayasa ve devlet geleneğimiz.
Cumhurbaşkanı, Trakya’yı boydan boya kazarak yapacağı kanalın adını niye Kanal İstanbul koydu?
Bunu benim gibi merak eden çok insan vardır, eminim.
Şu anda dünya yüzündeki insan eliyle yapılmış önemli kanalları Türkçede şöyle isimlendiriyoruz:
Süveyş Kanalı, Korint Kanalı, Panama Kanalı, Kiel Kanalı!
Peki niye İstanbul Kanalı değil de Kanal İstanbul diyoruz?
Kulağa daha güzel geliyor diye mi?
Yoksa, doğaya, akla ve bilime tamamen ters bir iş yaptığımız için mi ismini de tersten söylüyoruz?