Bu kez de New York'tan bildiriyorum ki bunu sizler için her türlü yorgunluğu göze aldığımın bir kanıtı olarak değerlendirmenizi rica ediyorum.
Şimdi bazı okuyucuların bu giriş cümlesini okuyunca sinirlenerek "Bırak palavrayı, şuna keyfim yerinde desene" diyebileceklerini de hesaba katıyorum elbette.
Benim nazarımda okuyucu her zaman haklıdır ve aslına bakarsanız kendi yazılarımı yazdıktan sonra ilk okuyan birisi olarak ben de okuyucu sayılabilirim.
Buraya gelmiş olmamın nedeni Suzan Sabancı Dinçer'in başkanlığını yaptığı The American Turkish Society'nin yıllık galasına davet edilmiş olmam.
Bin Odalı Saray'ın bazı gazeteciler için aralanan kapısından geçmem kısmet olmadı çünkü oraya davet edilmedim ama bir başka sarayda, The Plaza'da bir gala gecesine katıldım.
Amerika'da önemli yatırımlar gerçekleştiren Türk girişimcilerin ödüllendirildiği bir galaydı.
Fifth Avenue'de günlük yürüyüşümü yaparken Bergdorf Goodman'ın vitrininde bir elbiseye takıldım.
Bizim İstinye Park ya da Zorlu'nun lüks markalarının bulunduğu bölümlerini, bir departman store içinde hayal edin, Bergdorf Goodman böyle bir yer.
Elbiseye takılmamın nedeni, 20 küsur bin doları sayarak bir poşet içinde evinize götürebileceğiniz bu giysinin, insan türünün dişisinin vücudundaki hangi bölgeleri kapatacağını çözememiş olmamdı.
Sağdan baktım file, soldan baktım file, arada el kadar kumaş parçaları, böyle bir elbise.
Normal olarak bu giysiler içinde bir kadın görseniz haline acıyıp yardım eli uzatmak istersiniz; zavallıcık üstte yok, başta yok diyerek!
Hayır, o anlamda demedim, kendi hayallerinizi lütfen niyet okuma yoluyla bana mâl etmeyiniz.Ve bu işe kumaş üreticileri ne diyecekler bilmiyorum ama önümüzdeki bahardan itibaren bu moda dünyayı kasıp kavuracak!
Magazin basınının "cesur kıyafet" diye klişe bir tanımlamayı yapıştırmakta tereddüt etmeyeceği giysileri vitrinlerde izlerken, "başörtüsü Anayasa'ya mı girsin yoksa kanunla idare mi edelim, yönetmelikle de pekâlâ oluyordu" tartışmasının neresinde olacağız bunu elbette bilebilmeme olanak yok.
Modada bugünün geleceğinin ilk işaretlerini aslında geçen sezon almıştık.
Ancak bu pandemi sonrasındaki "özgürlüğünü hisset ve yaşa" mottosunun bir yansıması olarak geçici mi olacaktı, yoksa yeni bir devrin başlangıcı mı olacaktı?
Öyle görünüyor ki yeni bir dönemin başındayız ve bu salt bir moda akımı olmanın da ötesine geçerek kadın özgürlüğü hareketinde bir dönemece işaret edecek.
New York Times'ın baş moda editörü ve yazarı Vanessa Friedman'ın yazdığına göre 2023 bahar modasının sergilendiği Paris, Milano, New York moda haftalarında kurulan podyumlarda bir yıl önce aynı sezona göre yüzde 333 daha fazla düşük belli etek ve yüzde 78 daha fazla düşük belli pantolon sergilenmiş.
Toplam sergilenen giysilerin yüzde 15'ine karşılık geliyor bunlar.
Bu, "çatal" tartışmalarının yeniden canlanacağının bir ipucu olmalı.
Kim bilir belki de şişko muslukçuların bellerinde bir türlü durmayan blucinlerinden taşan görüntülere karşı örgütlü bir tepki de diyebiliriz!
Tagwalk isimli internet arama motorunun kurucusu (modanın google'ı) Alexandra Van Houtte'a göre artık daha görünür iç çamaşırları ve şeffaf giysilere de alışmalıymışız.
Fashion Institute of Technology'deki müzenin yöneticisi Valerie Steele ise bunun estetik arayışının bir ifadesi olmaktan daha çok "ideolojik" olduğu kanısında.
MeToo hareketiyle zirveye çıkan ve moda dünyasındaki etkisini, nasıl giyinmesi gerektiğine karar vermeyi kadının kendi kişisel tercihlerine bırakan bir politik tercih.
İran gibi teokratik diktatörlüklerin, kadınları giysileri üzerinden baskı altına alması da aynı şekilde bir politik tercih.
Ve bizim artık önemini çoktan yitirmiş olması lazım gelen başörtüsü konusunun politik tartışmalardan birisi olarak yeniden ısıtılıp önümüze sürülmesi de bunun bir başka örneği.
Kadın, kendi kararlarını kendisi verebilecek bir birey olarak değil, erkeklerin kurduğu dünyanın dayattığı ahlak kurallarına uymak zorunda kalan bir canlı türü gibi görülüyor.
"Özgürlük İçin Giyinmek: Amerikan Feminizminin Moda Politikaları" isimli kitabın yazarı ve tarih profesörü Einav Rabinovitch – Fox, "Kadınların seksi kıyafetlerle kendi cinselliklerini geri kazanmalarının uzun bir tarihi var" diye anlatıyor ve ekliyor: "Bacakların açıldığı flappers dönemine geri dönüyoruz ama bu kez farklı." (Flappers, 1920'li yıllarda son moda ne çıkarsa onu giyen genç kadınlar için kullanılan bir kavram.)
Rabinovich – Fox'un "bu kez farklı" demesinin nedeni, bu giysilerin şehvetli görünmek, baştan çıkarıcı olmak gibi bir amacı hedeflemiyor olması.
Bu eski sıfatlar, esasen erkek bakışının bir ürünü ve "kadın cinselliği" ile ilgili değil, kadının kendisi ile ilgili.
Kendini canı nasıl isterse öyle ifade etmek hakkı ile ilgili.
Bir bakıma kadının kendi bedenini, erkeklerin hakimiyetinden kurtarmaya yönelik bir eylem.
Nitekim bir vakitler aslında erkeklerin beğenisi için tasarlanmış iç çamaşırları üreten Victoria's Secret bile deyim yerindeyse makas değiştiriyor.
Her yılbaşı televizyonlardan dünyaya yayılan müthiş bir gösteri eşliğinde izlediğimiz mankenler gibi olmaya çalışmanıza gerek yok hanımlar.
Açlıktan bir deri bir kemik kalmak, çatlayana kadar spor yapmak gerekmiyor.
Caddelere asılmış Victoria's Secret afişlerinde artık o sıska kızlar yok. Afişlerdeki kadınlar, sokakta yürürken karşılaştığınız herhangi bir kadın; yaşı, boyu, kilosu, saç ve makyajı önemli değil.
Buna kadının kendi bedenini geri alma hareketi de deniliyormuş, bunu da size aktardığım bilgileri aldığım Friedman'ın makalesinden öğrendim.
Bu hareket ne kadar başarılı olur, kadınlar erkeklerin kendi vücutlarına karşı açık – örtülü ifade ettikleri niyetlerini ne kadar umursamaz hale gelirler, bilemeyeceğim.
Ortega y Gasset, kadınların şık giysiler ve makyajlarını bir tür zırh olarak kullandığını düşünüyordu.
Anonim erkeğin bakışlarından korunmak ve kendisini sadece kendisi için özel olan erkeğe açmak için kullandığı bir zırh!
Biraz abartılı bulabilirsiniz tabii.
Tarih öncesi çağlardan beri kadınların süse püse özel bir önem verdiklerini müzelerde izlediğimiz buluntulardan biliyoruz.
Önceleri hayvan dişleri, taş parçalarıyla yapılan tarihi süreç içinde de değerli maden ve değerli taşlara dönüşen süs püslerin amacı kadının kendisini, o dönem için tanımlanmış güzellik kalıplarına uydurma çabası değilse, neydi?
Bu kalıpları belirleyen ve yeniden üretenler kimlerdi? Siyasi ve iktisadi iktidarı elinde tutan erkeklerdi kuşkusuz.
Sosyal antropoloji alanına girecek böyle bir tartışmaya yerimiz yetmez.
Hareketli bir tekneden olta salınarak yapılan balık avcılığı türü var. "Sırtı" ya da "kaşık" da denilen ve bir küçük balığa benzeyen parıltılı bir cismin misinaya bağlanıp, tekne ile çekilmesi suretiyle yapılır.O parıltılı nesnenin üzerinde iğneler de vardır.
Denizin içinde güneşten yansıyan parıltılar saçarak bir balık gibi hareket eden bu nesneyi gören balıklar onu "av" zannederler ve kendilerinin bir av olduğunu anladıklarında artık çok geçtir.
Giyinip süslenerek kamusal alana çıkan bir kadın da eğer canı öyle istiyorsa bir sırtı gibi davranabilir.Açgözlü erkeklerin, sırtının üzerine atlarken niyetleri "avlanmaktır" ama avlanan gerçekte kendileridir.
İnsanlık tarihinin dönüm noktalarını, mesela otuz santimlik bir cetvel üzerinde işaretlemeye kalksak, kadının avcı olup erkek aramaya çıkabilmesinin tarihini sadece basit bir nokta ile gösterebiliriz.Ve bireyselliğin en çok geliştiği batılı kapitalist toplumlarda bile ahlakçılar tarafından hala ayıplanan bir tutum.
Ve birçok toplumda ayıplanmanın ötesine geçildiğini de biliyoruz.
Kadına karşı uygulanan şiddet, her zaman koca dayağı ya da bıçağı olarak ortaya çıkmıyor.
Kadını, kendi isteğinin dışında davranmaya, giyinmeye vs. zorlayan toplumsal şiddet de en az koca şiddeti kadar öldürücü ve aşağılayıcı bir durum.
Onun için bir erkeği tavlamak için salt giyinmek yetmez, "pasif" tedbirler de almak gerekebilir ki mitolojideki Pasiphae'nin adının niye "pasiphae" olduğunu da böylece öğrenmiş oluruz.
Girit Kralı Minos, denizlerin tanrısı Poseidon'dan kurban etmek için güçlü bir boğa istemiş, Poseidon da bu isteği yerine getirmişti.
Minos hayvanı o kadar beğenir ki kıyamaz ve bir başka boğa kurban eder. Bunu duyan Poseidon'un tepesi atar ve Minos'un karısı Pasiphae'yi boğaya aşık eder. Pasiphae, boğanın ilgisini çekmek için Daidolos'a bir inek heykeli yaptırır, içine girer ve boğayı baştan çıkarır. Bu aşkın meyvesi boğa başlı ve kuyruklu ama insan bedenli Minotor'un doğumu olur ki tam bir baş belasıdır.
Bunun üzerine Daidolos'a yeniden görev verilir, o da labirenti icat edip Minotor'u içine hapseder.
Minotor, bugün çevremizde tanıdığımızı düşündüğümüz birçok kötü karakterli insanın bir ortalamasıdır aslında.
Gördüğünüz gibi o yıllarda da kadınların, kendi bedenleri ile ilgili kararları kendilerinin verme hakkını talep etmek, bunun için eyleme geçmek ağır bir şekilde cezalandırılıyordu.
Kim Minotor gibi bir çocuğu olsun ister ki?
Günümüzün Minotorları ile evlenen kadınların, kendi erkek çocuklarını bir Minotor gibi yetiştirme ısrarlarındaki sırrı ise hâlâ çözebilmiş değilim.
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.
Mehmet Y. Yılmaz kimdir?Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı Askerlik görevini Kara Harp Okulu'nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu 1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı. Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı. 1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü. 2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu'nun CEO'luğu görevini üstlendi. 2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı. Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. "Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor. |