Macaristan genel seçimlerini "seçilmiş diktatör" Orban, dördüncü kez kazandı. Orban'ın Başbakan adayı olduğu milliyetçi muhafazakâr koalisyon oyların yüzde 53'ünü aldı.
Altı partili muhalefet ittifakının oyları yüzde 35'te kaldı.
Seçim öncesi araştırmalarda, iktidar ve muhalefet ittifakları arasındaki fark en fazla iki puan olarak çıkıyordu. Bir araştırmanın güven aralığı içinde yani.
Araştırmalardan çıkan sonuç ile sandık sonuçlarının arasındaki fark, araştırmalarda yüzde 16'ya kadar çıkan "kararsız seçmenlerin" tercihleri ile oluştu.
Macaristan'da da Türkiye'de olduğu gibi medyanın önemli bölümü hükümetin kontrolü altında.
Başbakan Orban'ın seçimde devlet olanaklarını sonuna kadar kullandığını, seçimden önce seçim yasasını değiştirdiğini de hatırlatayım.
Orban'ın seçim sonrasında söylediği şu sözler de size hiç yabancı gelmeyecek, Erdoğan'ın sesi kulaklarınızda çınlar gibi olacak:
"Bu zafer unutulmayacak. Belki ömrümüz boyunca hatırlayacağız; çünkü hiç bu kadar çok rakibi yenmemiz gerekmemişti. Yerel sol, uluslararası sol, Brüksel'deki bürokratlar, Soros imparatorluğunun parası, uluslararası medya ve en sonunda Ukrayna Devlet Başkanı."
Oysa, tıpkı Türkiye'de olduğu gibi Macaristan muhalefeti de iki yıl önceki yerel seçimleri kazanmayı başarabilmişti.
"Bugün seçim olsa" araştırmalarına bakıp, seçimi çantada keklik gören muhalefet partilerinin Macaristan örneğinden çıkaracakları dersler var.
Bir numaralı ve en önemli ders, muhalefetin Başkan adayının popülaritesi ile ilgili.
İki numaralı ders ise Orban karşıtlığına sıkışıp, etkili bir program ortaya koyamamış olmaları.
Macaristan'ın Szazadveg Vakfı Siyasi Analizler Merkezi Müdürü Kiszelly, ortak başbakan adayı Marki-Zay'ın ekonomi ve sağlık problemlerine uygun çözümler ortaya koyamadığını söylüyor.
Türkiye'de muhalefet ittifakı, "parlamenter sistem" üzerinde bir mutabakata vardı.
Onun dışında nasıl bir program üzerine çalıştıklarını, bunun sonuçlanıp sonuçlanmayacağını bilmiyoruz.
"Parlamenter sisteme geçmek" bugün için halkımızın gündeminde kaçıncı sırada yer alıyor acaba?
Pahalılık ve işsizlik gibi temel sorunların yanına bile yaklaşamayacağına iddiaya girerim.
Öte yandan Anayasa değişikliğini yapabilmek için TBMM'de en az 360 milletvekilinin oyu gerekiyor ki sistem tartışmalarının bugün için bir fanteziden ibaret olmasının en önemli nedeni de bu.
Şu ana kadar görebildiğimiz, altı partiyi bir araya getiren tek şeyin "Erdoğan karşıtlığı" olması.
Bu kendi başına seçim kazanmaya yetecek bir şey değil, işte Macaristan'da bunun bir denemesini izledik.
Türkiye en az bir seçim dönemi daha Başkanlık sistemiyle yönetilecek ve bu sistemin ruhu vaat ettiklerini yapabileceği inancını kitlelere geçirebilecek güçte ve popülaritede bir adayı Erdoğan'ın karşısına çıkarmayı gerektiriyor.
Erdoğan'ın kendisini iktisatçı zannetmesinin yol açtığı ekonomik yıkımın seçime kadar daha da ağırlaşacağını söylemek için de falcı olmaya gerek yok.
Bir mucize olmaz ve Türkiye'nin topraklarının altından para fışkırmaz ise seçime gidilirken en önemli gündem maddesi "geçim derdi, işsizlik, pahalılık" olacak.
Demokrasi, parlamenter sistem, güçler ayrılığı gibi soyut kavramlar değil.
Türkiye, Erdoğan'ın bilinçli ve sistemli politikalarıyla kimlikler üzerinden bölündü.
Erdoğan'a kesinlikle oy vermeyeceğini söyleyenler bu politikaların eseri ancak şu anda kararsız olduğunu belirten kitlelerin kararsızlıklarının bir nedeni de bu kimlik siyaseti.
Kararsızlar, çünkü kendilerini tanımladıkları, toplum içinde konumladıkları halleriyle aslında oylarını Erdoğan'a vermek istiyorlar.
Gerçekte "kararsız" değiller, bir ümit arıyorlar.
Bu kitleyi kararsızlığından vazgeçirecek ve muhalefetin adayına yönlendirecek şey "ben daha iyisini yapacağım" olamaz.
Ekonomik yıkımın bedelini kim ödeyecek?
Gelir dağılımı nasıl iyileştirilmeye çalışılacak?
Yükü bir kez daha dar gelirliler ve çalışan sınıflar mı sırtlayacak?
Bu sorulara tatmin edici yanıtlar verilemez ise o kararsızların, bir kez daha Erdoğan'a oy vereceklerini göreceğiz, tıpkı Macaristan'daki gibi.
Erdoğan rejiminin Türkiye'deki muazzam propaganda gücünü unutmayalım.
Muhalefetin kendisini anlatabilmesi için daha uzun zamana gerek var.
Onun için de meleklerin cinsiyetiyle uğraşmayı bir kenara bırakıp, aday ve program üzerinde yoğunlaşmak, sonucunu da kısa sürede ortaya koymak şart.
Macaristan deneyimi bunu da gösteriyor.
Futbol Federasyonu, Süper Lig'in önümüzdeki sezonlar için yayın hakkını bir türlü satamadı.
BeIn (eski Digitürk), kulüplerin beklentisinin çok altında bir fiyat vermişti.
TRT yaptığı teklifi geri çekmiş, Saran Grubu'nun verdiği teklifi de Federasyon beğenmemişti.
Şimdi ortaya çıkıyor ki bunun nedeni BeIn ile anlaşılmış olması.
BeIn, teklifini 2,5 milyar liraya çıkaracak ve yayın haklarına bir yıl daha sahip olacak.
Kulis haberleri böyle.
Federasyon'un BeIn aşkının nereden kaynaklandığını gerçekten merak ediyorum.
Daha önce de BeIn'in indirim isteklerini kulüplere sorma gereğini dahi duymadan kabul etmişti.
Öyle görünüyor ki BeIn, Türkiye'de "en ziyade müsaadeye mazhar şirket" muamelesi görüyor.
Digitürk'ün TMSF'den satışı sırasında da böyle olmuştu.
Doğan Grubu'nun ve Telekom'un teklifleri görmezden gelinmiş, kapalı kapılar ardında yapılan bir pazarlıkla Digitürk, BeIn'e satılmıştı.
Satış rakamının "sır gibi gizli tutulduğu" bir anlaşmayla hem de!
Doğan Grubu şirketin yüzde 53'üne 742 milyon ABD Doları teklif etmişti.
Dedikodulara bakılırsa şirketin yüzde 100'ü BeIn'e 1 milyar dolar civarında bir fiyata satılmıştı. Doğan Grubu'nun teklifinin çok çok altında bir fiyata!
BeIn'i bu kadar özel kılan şey sadece Katarlı olması mıdır acaba?
Yoksa Digitürk'ü ihalesiz, pazarlıksız BeIn'e satttıran, futbol ihalesini BeIn'in keyfine göre bitiren gücün de bu işte payı var mıdır?
"Emir kulu" Türkiye Futbol Federasyon'unun BeIn aşkının kaynağı nedir?
Hazine Bakanı Nureddin Nebati'ye, Erdoğan'ın "konuşma yasağı getirdiği" iddiaları giderek artıyor.
Gazetelerde yayımlanan kulis haberlerine göre Nebati 21 Mart tarihinden beri basının karşısına çıkmamış, demeç vermemiş.
Bu durum "Nebati'ye konuşma yasağı kondu" şeklinde yorumlanıyor.
21 Mart 2022 günü bu köşede yayımlanan yazımın başlığı "Sen sus, gözlerin konuşsun" idi.
Bakan Nebati'nin "beyniyle çenesinin arasındaki mesafenin giderek açılmakta olduğuna" dikkat çekmiştim.
Elbette Nebati'nin bu yazıyı okuyarak konuşmaktan vazgeçtiğini iddia edecek bir megaloman değilim.
"Saray'ı etkileme gücüm, bütün yandaş medyadan daha fazlaymış" da demeyeceğim.
Erdoğan ile görüşlerimiz genellikle birbirinin tam tersi.
Ama bu kez aynı fikirde birleşmişiz, tadını çıkarayım dedim.
Not: Bu yazının yazılmasından sonra Bakan Nebati konuştu. Nebati'nin, patlayan enflasyonu bir kez daha ilan eden mart ayı enflasyon oranlarının açıklanmasının ardından Bursa İş Dünyası Bulaşması'nda yaptığı konuşma, durumu değiştirmiyor.