Devletler, insanlar gibi değildir. Durduk yerde birisine küsüp, düşman olmazlar ya da mesela gözlerini sevdiler diye dost olmaya da çalışmazlar.
Devletler arasındaki ilişkiler çıkar ilişkisidir.
Her devlet, kendisi için bir “milli çıkar” tanımlar ve doğal olarak o “çıkar”, bazı durumlarda başkalarının kendileri için tarif ettiği “çıkarlar” ile çatışabilir.
Devletler arası dostluklar ve düşmanlıklar bunun çevresinde gelişir.
Çıkarlar çatıştığında ideal olan bu sorunu konuşarak çözmektir. İdeal olmayan şey ise silaha sarılmak ve savaşmaktır.
Şu anda Türkiye’yi yönetenlere göre Türkiye’nin çıkarları, uluslararası ilişkiler söz konusu olunca şunu gerektiriyor:
1 – Türkiye, batı ittifakının ayrılmaz bir parçasıdır. ABD, NATO’daki müttefikimiz ve en önemli stratejik ortağımızdır.
2 – AB’ye tam üyelik hedefimiz devam ediyor.
3 – Türkiye, Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün muhafazasından yanadır.
4 – Türkiye, Suriye sınırındaki bölgenin bir bölümünde PKK’nın uzantısı olan bir örgütün hakimiyetinde devlet ya da özerk bölge yönetimi kurulmasını, kendi güvenliği için tehlikeli buluyor.
5 – Rusya ve İran, bölgemizde iyi ilişkiler içinde bulunmamız gereken komşularımızdır.
6 – Türkiye, Doğu Akdeniz’deki doğal gaz rezervlerinin Kıbrıslı Türkler yok sayılarak işletilmesini kabul edemez.
7 – İsrail’i, Filistin politikası nedeniyle eleştirmek ile birlikte İsrail devletinin varlığını ve bağımsızlığını kabul etmektedir.
8 – Sayıları 4 milyona yaklaşan Suriyeli sığınmacıların memleketlerine geri dönebilecekleri koşulların yaratılması şarttır.
Bunları ben uydurmadım, Türkiye’yi yönetenlerin yakın geçmişteki konuşmalarından bunu öğrendik.
Şu anda burada yazdığım 4. maddedeki tehlikeyi bertaraf etmek için Silahlı Kuvvetlerimiz, Suriye’nin kuzeyinde bir operasyon yürütüyor.
Askeri hedefe ulaştıktan sonra ne kadar süre ile orada kalabileceğimiz konusu ise Suriye’de bir otoritenin ülkenin bütünlüğüne sahip çıkması ile ilgili.
Bu ne kadar geç olursa, askerimizin Kuzey Suriye’deki varlığı o kadar uzayacak.
Bu süre uzadıkça “diğer hayati ulusal çıkarlarımızı tehlikeye atan bir durum” ortaya çıkıyor.
Şu anda Suriye’de “muhalif gruplar” diye tanımlananların bir bölümü bütün dünyanın terörist olarak kabul ettiği cihatçı gruplar.
Diğeri ise bizim donatıp, eğittiğimiz Suriye Milli Ordusu’nu oluşturan gruplar.
Ve bu grubun, Suriye’yi kontrol etme yetenek ve kitlesel bir tabanının olmadığı da açıkça görülüyor.
Suriye’nin toprak bütünlüğünü şu anda koruyabilecek ve ülkesinin kuzeyinde bir bağımsız devlet kurulmasını engelleyebilecek tek güç ise arkasında İran ve Rusya’nın desteği olan Suriye’nin mevcut yönetimi.
Türkiye, Suriye yönetimi ile birlikte hareket etmeden, bu sorunun üstesinden gelebilecek güce sahip değil. Ne ekonomik olarak, ne siyasi olarak ne de askeri olarak.
Bu Recep Tayyip Erdoğan’ın, Esad ile konuşmayı gururuna yedirip, yedirmemesi meselesinden daha önemli bir konu.
Erdoğan, kendisine olmadık hakaretler eden Süleyman Soylu’yu İçişleri Bakanı, Devlet Bahçeli’yi ise baş müttefik yapabiliyor ve bundan gocunmuyorsa, Türkiye’nin geleceği için de gururunu evde bırakıp, Esad ile masaya oturmalı ve bu sorunu çözmeli.
Çok basit bir denklem bu: Türkiye’nin bekası mı, Erdoğan’ın gururu mu?
“Yeni Osmanlı” hayaliyle başlayıp, “onurlu yalnızlık” duvarına toslayan Türk dış politikası, Ahmet Davutoğlu’nun bir saray darbesiyle düşürülmesinden sonra Başbakanlığa tayin edilen Binali Yıldırım tarafından üstü örtülü olarak şu sözler ile eleştirilmişti:
“Dostlarımızın sayısını arttıracağız, düşmanlarımızın sayısını azaltacağız.”
2016 yılının Mayıs ayındaydık. Aynı yıl, Haziran ayı sonunda da partisinin grup toplantısında aynı sözleri bir adım ileriye götürecekti::
“Bu dönem dostlarımızı arttıracağız, düşmanlarımızı azaltacağız. Akdeniz’i çevreleyen bütün komşularımızla ilişkileri geliştireceğiz.”
Kuzey Suriye’de bir güvenlik kuşağı oluşturmak için başlatılan askeri harekat ile birlikte gördük ki tam tersi olmuş.
“Düşmanlar” artmış, “dostlar” neredeyse hiç kalmamış, Akdeniz’i çevreleyen bütün komşularımız arasında bize iyi gözle bakan kimse de kalmamış!
Alkışlanacak bir başarı sayılmaz ve elbette bundan sorumlu tutmamız gereken kişi de Yıldırım değil, Recep Tayyip Erdoğan.
Dışişleri Bakanlığı’nı bile “işsiz eski milletvekillerine arpalık” haline getirdiler.
Oysa hiç olmazsa uzmanlık ve bilgi gerektiren bu işi, hiç beğenmedikleri “monşerlere” bırakmış olsalardı, bugün bu kadar yalnız da kalmazdık.
Bugün askeri operasyona gerekçe gösterdikleri Adana Mutabakatı bile o “monşerlerin” eseriydi, bunu da geçerken hatırlatmış olayım.
Meselenin temelinde yatan gerçek, Türkiye’nin artık “güvenilmez” bir müttefik / komşu görüntüsündedir.
Dış politikayı, bir iç politika aracı haline getirmeye kalkar ve attığınız hamasi nutukların sadece Türkiye’de duyulacağını zannederseniz, başınıza bu gelir.
Dış politika, hipoglisemi ataklarının yatıştırılacağı bir alan değildir.
Ortaya çıktı ki dış politikada, bu askeri harekatın meşruiyeti ve gerçek hedefleri ile ilgili olarak dışımızdaki dünyayı ikna edecek bir strateji kurulmamış.
Reis’in belagatine, Trump’ı ikna yeteneğine güvenilmiş.
Bu tür işlerde her yaptığı yanına kar kalan Rusya örnek alınmış olmalı. Ama şu var ki Türkiye Rusya değil!
Ne o kadar petrolümüz ve doğal kaynağımız var, ne de öyle bir askeri gücümüz.
Bakın Kıbrıslı Rumlar bile fırsattan istifade Fransa ile birlikte “ortak deniz tatbikatı” yapacak.
Fransa ile NATO’da müttefik değil miyiz, AB’de ortak olma hedefimiz yok mu?
Bu tatbikat, kimi hedefliyor olabilir? Aynı şeyi Rusya’ya karşı yapmaya, bazı sonuçlarını göze almadan cesaret edebilirler miydi?
Sorun bu iktidarın sorunları yönetmekteki yetersizliği, bilgisizliği ve uzmanlıktan istifade etmek konusundaki gönülsüzlüğünde yatıyor.
Ve öyle görünüyor ki bunun bedelini 2023 seçimlerinde bu iktidardan kurtulana kadar Türkiye ödeyecek.