Dün İstanbul'da, Anayasa ve kanunlarda yazılı kurallara göre ilan edilmemiş bir sıkıyönetim vardı.
İstanbul Valisi, deyim yerindeyse bir "darbe" yaptı ve vatandaşların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasa'dan kaynaklanan temel haklarını, idari bir karar ile askıya aldı.
Bunun diğer darbelerden bir farkı varsa o da sokaklarda askerlerin değil, polislerin olmasıydı.
Valiyi darbe yapmaya yönelten 8 Mart Kadınlar Günü için yapılacak yürüyüşü engelleme isteği oldu.
Valinin kararıyla ilan edilen sıkıyönetim çerçevesinde de metronun bazı çıkışları ve Taksim Meydanı kapatıldı. Gösteri yürüyüşü yasaklandı.
Bu yazıyı yazdığım saatlerde polis henüz yürüyüş yapmak isteyen kadınları dövmeye, gazlamaya başlamamıştı, ama biliyorum ki siz bu yazıyı okuyana kadar devletimiz o eksikliği de gidermiş, 8 Mart kutlamalarını anlamlandırmış olacaktır.
Anayasamıza göre Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi en üst hukuk metni.
Ancak zaten ona da gerek yok, Anayasa'nın kendisi de protesto amaçlı gösteri ve yürüyüş yapmayı vatandaşların temel hakları içinde sayıyor.
Rejimin uymayı pek sevmediği AİHM kararlarına göre de bu hakkın kullanımı, idarenin keyfine göre sınırlandırılamaz, kısıtlanamaz.
Nitekim daha önce Valiliğin ilan ettiği bu tür yasakların AİHS'ye ve Anayasa'ya aykırı olduğuna ilişkin çok sayıda AİHM ve Yargıtay kararı da var.
Bu tür yasaklara Kuzey Kore, Rusya, Suudi Arabistan, Türkmenistan, Kazakistan gibi ülkelerde rastlanıyor.
Bir de Türkiye'de, belli bölgelerde.
Onun için Türkiye, bu diktatörlüklerden bir miktar ayrışıyor ama sonuç olarak temel hakların kullanımı idari kararlarla yasaklanıyor, vatandaşlar polis şiddetine maruz kalıyor.
Gezi protestolarından beri Erdoğan rejiminin, Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi'ndeki gösterilere tahammülü yok.
Bu korku, rejimin yüreğine öylesine işlemiş ki Osman Kavala, AİHM kararına rağmen hâlâ tutuklu.
8 Mart için kadınların yapacağı gece yürüyüşünden de korkmalarının nedeni hücrelerine yerleşmiş bu korku.
Ve polisin, bu gösterileri dağıtmak için başvuracağını bildiğimiz şiddet, "polisin içine nasılsa karışmış birkaç sadistin işi" değil, sistematik bir uygulama.
Bu uygulamanın iki yönlü bir işlevi var:
Muhalefeti sindirip korkutmaya ve düzenin bozulacağından korkanları birleştirmeye yarıyor.
Yıllardır aynı teraneyi dinliyoruz: AKP gelmiş ve "vesayet rejimine" son vermiş!
Bu büyük bir palavra olarak önümüzde duruyor.
Belki askerin Anayasal düzen içindeki vesayet görevi sona erdi ama onun yerini bir başka silahlı güç almış bulunuyor ki o da polisin ta kendisidir.
Sivilleşme, askerin devletin yönetimine karışmasının engellenmesinden ibaret bir durum değildir.
Vatandaşların bireysel haklarının, devletin otoritesine ve gücüne karşı kesin ve katı bir şekilde korunabiliyor olması demektir.
Yoksa sizi döven ha asker olmuş, ha polis, ha bekçi, sonuç aynıdır.
Bireysel hakların kullanılması, Vali'nin emri ile engelleniyorsa orada bir vesayet rejimi vardır.
Anayasa'ya göre (34. Madde) "Herkes önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir."
2911 Sayılı Kanun ise, fiilen "izin alma" düzeni kuran "önceden bildirim yapılması" şartını eklemiş.
Haddini bilmeyen bir yönetici, Anayasa'ya aykırı bir kanun ile el ele verince böyle oluyor.
Çünkü Anayasa'ya göre (90. Madde) yasalarımızla AİHS ve AİHM kararları çelişiyorsa, uygulamada AİHM kararları dikkate alınır.
AİHM kararları açık: Bu tür yürüyüşleri, gösterileri engelliyorsan, insan haklarını ihlal ediyorsun demektir!
Anayasa'nın bireysel haklar ile ilgili hükümlerini, elindeki silahlı güce dayanarak yok sayıyorsan da darbeciden başka bir sıfatı hak etmezsin.
Darbecinin omuzunda yıldız olanıyla, olmayanı arasında bir fark yoktur.
Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, "petrol fiyatlarının arttığı bir dönemde ülkede yoksulluk varmış gibi operasyon çekenlere karşı bakanlık olarak net bir şekilde operasyon çekeceğimizi herkes bilsin" dedi.
Nebati Bey'e bu sözleri söyleten konu, ayçiçeği yağı sıkıntısı ile ilgili haberler.
Bir kere şunu söylemem gerekir ki evet, bu ülkede ciddi bir yoksulluk var.
Avrupa'nın en kötü beslenen ülkesiyiz, dün de yazmıştım, sofrasına et, balık, tavuk ya da eşdeğeri bakliyat koyamayan insanlar ülke nüfusunun üçte biri!
Konunun bu kısmının tartışma götürür bir yönü yok zaten.
Çalışma çağındaki nüfusunun yarısının işsiz olduğu bir ülkede yaşıyoruz ve bu istatistiği kimse uydurmadı, devletin resmi rakamı!
Onun için Nebati Bey'in sözlerinin bu kısmının ciddiye alınacak bir yönü yok.
Zaten bir politikacı olarak çıkıp da "20 yıldır yönettiğimiz ülkede insanlar açlık sınırında asgari ücretle yaşıyorlar" diyecek durumu da yok.
Dikkatinizi çekmek istediğim Bakan'ın "devlet olarak operasyon çekmesinden" söz etmesi.
Ciddi devletler böyle davranmazlar, bunu kendisi de biliyor olmalı.
Ülke kanunlar çerçevesinde yönetilir, bir suç varsa yakalayıp, hâkim karşısına çıkarmak devlet güçlerinin vazifesidir, kararı da yargı verir.
Ona da "operasyon çekmek" denmez.
Bakan'ın söz ettiği operasyon, "bağımsız yargı" organının suçu, suçluyu tespit edip, cezalandırması değil.
Belli ki Fethullahçı alışkanlıklar bir kez daha hortluyor, bu arkadaşlar da eski ortaklarından öğrendiklerini uygulamaya koyacaklar.
Beğenmedikleri iş adamlarını vergi sopasıyla hizaya getirmeye çalışacaklar.
Vergi kaçıranı yakalamak, niye "operasyon çekmek" olsun; devletin Maliyesinin görevi kanunların öngördüğü vergiyi almak, yatırmayanı yakalamak değil mi zaten?
Maliye Bakanı, belli ki çok konuşmayı seven bir politikacı.
Kendisine önerim, kullandığı kavramları, kelimeleri daha dikkatli seçmesi.
Böyle konuşan bir Maliye Bakanı'nın olduğu ülkeye, kim güvenir de yatırım yapar?