Bilecik Belediye Başkanı CHP’li Semih Şahin hakkında, İstanbul Sözleşmesi’ni destekleyen afişleri için soruşturma açıldı.
Soruşturmayı İçişleri Bakanlığı yürütüyor.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, konuyla ilgili açıklamasında şunu yazdı:
"Toplumumuzun tüm kesimlerine hakaret içeren, öğretmenlerimizi ve polisimizi zan altında bırakan Bilecik’teki billboardlar yaptığımız suç duyurusu sonucu güvenlik güçlerimizce derhal kaldırılmıştır. Bilecik Belediye Başkanı ve ilgililer hakkında Bakanlığımızca soruşturma başlatılmıştır."
Soruşturmanın sonucunda ne çıkacağını aşağı yukarı tahmin edebiliriz, olay savcılığa intikal edecek vs.
Önce Belediye Başkanı’nın astırdığı afişte ne yazdığını hatırlayalım:
"İstanbul Sözleşmesi kimden korur? Şiddete meyilli herkesten korur: Eşin, eski eşin veya partnerin şiddetinden, abinin, babanın veya diğer aile bireylerinin şiddetinden, işyerinde patronun, okulda öğretmenin, karakolda polisin ya da sokakta, çarşıda ya da toplu taşımada tanımadığımız erkeklerin şiddet ve tacizinden, kısaca en yakınımızdakinin şiddetinden korur."
Bu afişte yazılı olan görüşlere katılır ya da katılmazsınız.
Bir demokraside bunlar olağan işlerdir.
Anormal olan, toplumda çok konuşulan bir konuda fikrini açıklayan "seçilmiş" bir kişinin açıklanmasının, bir devlet görevlisi olan İçişleri Bakanı’nın talimatı ve polis marifetiyle "kaldırılmış" olması!
Afişte kanunlarımıza göre suç sayılması gereken bir ifade vs. var ise bununla ilgili görev, yargıya düşer, polis müdürüne değil.
Yürütme organının bir memuru, kendisini yargı yerine koyuyor ve onun verdiği talimat yerine getirilerek, bir fikrin açıklanması engelleniyorsa o rejime demokrasi diyemeyiz.
İster düpedüz faşist deyiniz, ister otokrasi. Aynı kapıya çıkıyorlar sonuçta.
Ben kısaca "otokrat" diyorum; böyle bir şeyi yapmak gerçek bir demokraside yürütme organı memurlarının aklından bile geçemez.
Öte yandan Soylu’nun mesajından anlıyoruz ki Türkiye’de okullarda öğretmen şiddeti hiç yokmuş! Polis deseniz zaten pamuktan imal edilmiş!
Bu görevliler arızi olarak şiddete baş vuruyorlarsa, buna dikkat çekmek, niye bütün öğretmenleri ve bütün polisleri zan altına sokmak olsun?
Meslektaşları arasında şiddete eğilimli ve "efrada kötü muamele eden" birileri varsa önce öğretmenler ve polisler onlarla mücadele etmelidir.
Her mesleğin onurunu korumak, içlerindeki çürükleri ayıklamak önce o mesleğin mensuplarının işidir.
Mesela 22 Şubat günü Belçika’nın başkenti Brüksel’de bir grup polis, "polis şiddetini protesto gösterisi" sırasında gözaltına alınan kişilere kötü muamelede bulundukları gerekçesiyle, bazı meslektaşları hakkında suç duyurusunda bulundu.
Polis sendikası da bir açıklama yaparak, gözaltında kötü muameleden rahatsız olan polis memurlarının, "vicdanlı, iyi polisler" olduğunu söyledi.
Böyle "vicdanlı ve iyi polisler" kuşku duymuyorum ki bizim polis teşkilatımız içinde çoğunluğu oluşturur.
Ancak tanık oldukları şiddete ses çıkarmadıkları için bütün teşkilat ve birey olarak kendileri de zan altında kalıyor, zarar görüyor.
İçişleri Bakanı, teşkilatının prestijini ve onurunu gerçekten korumak istiyorsa, içerdeki çürüklerin ayıklanmasına hizmet eden her hareketi desteklemelidir.
Onun yerine bir emirle afiş indirtmek gibi faşizan gösteriler, şiddete meyyal memurları cesaretlendirmekten başka bir sonuç yaratmaz.
Mesela geçen gün Boğaziçi Üniversitesi’ndeki protesto gösterisinde, öğrenci Ayçanur’un burnunu kıran polis ne oldu?
Öğrencinin hangi hastanede olduğunu bile avukatlarından saklayan polis müdürü şimdi nerede?
Polisin prestijini ve onurunu elbette koruyalım, toplu yaşamın düzeni polis olmadan elbette sağlanamaz.
Ancak bu tür ruh hastalarını o teşkilattan ayıklayıp, teşhir etmek de başta Bakan olmak üzere bütün teşkilatın görevi olmalıdır.
Türk Tabipleri Birliği Covid-19 İzleme Grubu üyesi Prof. Dr. Kayıhan Pala, Sözcü’den İsmail Saymaz’a yaptığı açıklamada Çin’den ithal edilen Sinovac aşısının koruma oranının "yüzde 50 civarında" olduğunu söyledi.
Sinovac aşısının üçüncü faz sonuçlarını açıklayan Hacettepe Üniversitesi de, daha önce yüzde 90'nın üzerinde olduğu açıklanan aşının etkililiğinin yüzde 83.5, hastanede yatışı engelleme oranının ise yüzde 100 olduğunu duyurmuştu.
Koronavirüse karşı aşı geliştirebilmek için birçok şirket hem zamana hem de birbirlerine karşı yarıştı.
Acil kullanım onayı alabilmek için de her şirket kendi aşısı ile ilgili üçüncü faz deneme sonuçlarını, ciddi bilimsel makaleler yayımlayan dergilerde yayımladılar.
ABD ve AB ülkelerinde acil kullanım onaylarını bu sonuçlarla elde edebildiler.
Çin’in Sinovac şirketi hariç!
Bu şirket, Çin’de yaptığı klinik test sonuçlarını hala açıklamış değil.
Bu şirketin aşısı ile ilgili Faz 3 aşı sonuçlarını Türkiye yüzde 83, Brezilya yüzde 50 olarak açıkladı, hepsi o kadar.
Bunlarla ilgili olarak yayımlanmış makale de yok.
Ve daha da tuhaf olanı bu aşı Çin’de de kullanılmıyor. Üç müşterisi var sadece: Türkiye, Brezilya, Endonezya.
Diğerlerini bilmiyorum ancak Türkiye bu aşıya adeta mahkum durumda çünkü yöneticilerimiz diğer şirketlerin aşılarına hiç ilgi göstermediler.
Müşterisi bu kadar sınırlı olmasına rağmen aşının temininde sıkıntılar çektiğimiz de ortada.
Şirket, ya Çin hükümetinden izin alamadığı için ya da üretimini başaramadığı için sanki bu aşıyı aslında hiç satmak istemiyor da hatırımız için lütfen veriyormuş gibi bir tutum içinde.
* Böyle bir aşı üreten şirket, niye ABD ve AB’ye bu aşıyı satmak istemiyor? Niye ABD ve AB yetkili makamlarının talep ettiği 3. Faz sonuçlarını saklıyor?
* Niye Çin, bu aşıyı kullanmıyor?
* Niye şirket elindeki deney sonuçlarını ısrarla açıklamıyor?
Bunlar kimseye tuhaf gelmiyor mu?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz Cuma günü, "cami kapısı basın toplantısında", İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme konusunda şunu söyledi:
"Muhalefet bu işleri bilmiyor. Bilse zaten böyle bir ifadeyi de yapmazlar. Cumhurbaşkanlığının attığı adım yasaldır. Bu yolda devam edecektir. Bunlar birçok şeyi karıştırıyor. Uluslararası anlaşmaların altında mıdır, üstünde midir havayı bulandırmaktan başka bir şey değildir. 3 ay sonra da bununla ilgili kararı açıklayacaktır. Biz de çıkmış olacağız. Bu bizimle alakalı değil. Yine Meclis ile alakası söz konusu değil. Girdiğimiz gibi çıkarız. Kimse önünü arkasını karıştırmasın. Çıkma kararı verdik, kendilerine bildirdik."
Cumhurbaşkanı, anlaşmaya girenin kendisi olduğunu zannettiği için olsa gerek, girdiği gibi çıkacağını da söylüyor.
Bazı konularda girdiği gibi çıkmak insanın kendi elinde olsa da olay, bu konuda farklı.
Cumhurbaşkanı’nın anlaşmaya "girmesini" sağlayan şey TBMM’nin "bu uluslararası anlaşmayı onaylayarak yürürlüğe sokabilirsin" şeklinde bir talimat içeren kanunu çıkarmış olmasıdır.
TBMM, çıkma yönünde bir irade ortaya koyana kadar Cumhurbaşkanı’nın attığı imzanın aslında hiç bir anlamı yok.
Öte yandan böyle bir kanunu TBMM’den geçirmesi de onun için işten bile değil.
"Kaldır parmak, indir parmak, yok kanun, yap kanun" bu işi çok uzatmadan, normal süreci izleyerek de yapabilirdi.
Ama ısrarla bunu yapmıyor!
Kendisini yasama organının yerine koymuş, gidiyor.
Şimdi muhalefetin bu imza için Danıştay’a ve buna dayanak teşkil eden kararnameyi iptal için Anayasa Mahkemesi’ne açacağı davaları göreceğiz.
Mahkemelerin, Erdoğan’ın istediği yönde karar vereceğini de şimdiden söyleyebiliriz, mahkemeler daha önceden böyle dizayn edildiler zaten.
Erdoğan, kurmayı hayal ettiği rejimine hukuki meşruiyeti bu yolla sağlamak peşinde!