"Dinamik denetleme modeli" denilen bir yöntemin varlığını, pandemi yasaklarının gevşetilmesinin hemen ardından İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun yaptığı açıklamadan öğrendik.
"Dinamik" bir denetleme varsa, bunun yanında bir de "durağan" model olmalı; bunun üzerine çok şey söyleyebilirim ancak bugün konumuz bu değil.
"Dinamik denetleme modeli" dedikleri sistem, sokaklarımızı, caddelerimizi gözetleyen devlete ait kameralar sisteminin, "yüz tanıma sistemi" ile birlikte çalıştırılmasından oluşuyor olmalı.
Yani "büyük birader" sadece gözlemekle kalmayacak, gözlediklerinin kim olduğunu bilerek, ceza filan da yazacak.
Bireysel hakları ilgilendiren ilginç bir hukuk tartışması da yapabiliriz bu konuda ancak bugün dikkatinizi çekeceğim konu bu da değil.
Nitekim Bakan Soylu'nun dediği gerçekleşti, Sapanca'da yürürken maske takmayan bir vatandaşa polisimiz idari para cezasını bastırıverdi.
Bunu aklımızda tutalım.
8 Mart Kadınlar Günü kutlamaları için gerçekleştirilen gösterilerde atılan bazı sloganlar, muktedirin adamlarını rahatsız etti. "Hakaret ediyorlar" denilerek bazı kadın göstericiler hakkında "yakalama" kararı verildi.
Aynı sloganı atan binlerce insan arasında "zıplayanları" seçtiler. 18 kadının açık kimlikleri anında tespit edildi. Ve polisin açıklamasına göre 10 Mart günü 13 şüpheli "yakalandı."
İnsanın gözleri yaşarıyor bu başarı karşısında!
Binlerce kadın içinden zıplayanları buluyorsun, onların açık kimliklerini tespit ediyor ve gidip kahramanca yakalıyorsun!
"Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar" denilerek geçiştirilebilecek bir şey değil.
Belli ki polis burada da "dinamik denetleme" yapmış.
Kadınların "zıpladığı" gece, Bakırköy Meydanı'nda yazar Levent Gültekin'e 20 – 25 kişi saldırdı.
Gültekin şanslıydı, saldırıdan parmakları kırılarak kurtuldu. O darbeler ölümüne neden de olabilirdi.
O gün bu gündür İstanbul polisinin "saldırganlar yakalandı" açıklamasını bekliyorum, tık yok.
Polis belli ki bu olayda "durağan denetleme moduna" geçmiş!
Şaka kaldırsa bununla bol bol dalga geçebilirdik, ancak olayın şaka kaldırır yönü yok.
Elinde her türlü olanak olan polis, bir büyük kentin meydanında, bir yazarı linç etmeye kalkışan 25 saldırganı yakalamıyorsa, burada beceriksizlikten değil, kasıttan ve göz yummadan söz edebiliriz.
İşte açıkça söylüyorum: İçişleri Bakanlığı, bu saldırganların yakalanmasını istemiyor olmalı ki Sapanca'da yolda yürüyen maskesizi, İstanbul'da zıplayanı vatandaşlık numaralarına kadar tespit eden sistem, Bakırköy'deki linç timini yakalamıyor.
Belli ki bu faşist saldırı, bugün Türkiye'yi yönetmekten sorumlu olanların bilgisi ve belki de yönlendirilmesiyle yapılmış.
Böyle değilse de bu saldırının yaratacağı etkiden yararlanmak istiyorlar, gözlerini yumup, kulaklarını kapatmayı, susmayı tercih ediyorlar.
Meşhur "üç maymun" hikâyesinin "tek maymunda" somutlaşmış hali diyebiliriz buna.
Tarihte de böyleydi, günümüzde de böyle: Faşist organizasyonlar, kamuoyunun gözünün önünde, politikacı, gazeteci, yazar dövdürme gibi yöntemleri sıkça kullanırlar.
Amaçları caydırmak ve korkutmaktır. Bu genellikle işe yaramaz.
Onun için "caydırma ve korkutma" amacıyla girişilen eylemlerin şiddet dozu giderek yükselir.
Dayağın yerini bıçak, bıçağın yerini tabanca, onun yerini bombalar alır.
Erdoğan yönetimi, bu saldırıları planlamıyorsa bile açıkça göz yumuyor.
Zannediyor ki muhalif sesleri bu vesileyle korkutup, caydırabilirse iktidarını huzur içinde sürdürecek.
Tıpkı, Fethullahçıları kullanacaklarını sandıkları gibi çok ağır bir yanılgı içindeler.
Fethullahçıların eylemlerine bile bile göz yumdular, sonu 15 Temmuz oldu.
Faşist çetelerin eylemlerini seyrediyorlar; Allah da sonlarını hayreylesin diyeceğim ama bu işten hayır çıkmaz.
Böyle işlerden en çok çekinmesi gerekenler, ülkenin meşru yöneticileri olmalıdır.
Şiddeti tırmandıranların amacını iyi tahlil etmeliler.
İktidar partisinde ve Saray'da aklı başında birileri hala kaldıysa, gözlerini dört açsınlar.
Seyrettikleri şiddetin bedelini kendileriyle birlikte bütün ülke çok pahalıya öder, bunu yakın geçmişimizden de biliyoruz!
Türkiye'de insanların birbirlerine en çok sordukları sorulardan biri de "ne var, ne yok" olmalı.
Sıradan bir soru ve bu nedenle sıradan yanıtlarla karşılanır.
Bu soruyu benim tanıdığım bir tek kişi "ne var, ne çok" diye sorardı.
Kuşkusuz ki böyle soran başkaları da vardır ama ben sadece onlardan Taylan Bilgel'i tanıyorum.
Onu tanıdığımda ben daha çocuktum. İlk gerçek futbol topunu, ilk "maç formasını" Taylan Ağabey getirmişti bana.
Taylan Ağabey'i tanımış olsaydınız, soruyu neden böyle sorduğunu kolayca anlayabilirdiniz.
"Yok" olanlara üzülüp, dertleneceğine, "çok" olanlarla yetinip, mutlu olmayı severdi.
Pozitif bir insandı, dost canlısıydı, hatırşinastı.
Eğlenmeyi, Türk Sanat Müziğini, sohbetli dost yemeklerini severdi.
Süleyman Demirel gibi güçlü bir politikacının her döneminde en yakınında olup, siyasi, ekonomik bir beklenti içine girmeyen bir Gogol kahramanı gibiydi.
Demirel Başbakan iken de yanındaydı, askerler hapse gönderdiğinde de.
İstese milletvekili de olabilirdi, bakan da. Aklından bir tek gün bile geçirmedi bunu.
Bu yakınlıktan ekonomik bir çıkar elde etmek gibi bir tutum içine de hiç girmedi.
Günümüzün anlı şanlı iş adamlarına bakınca, ne kadar garip geliyor bu durum, değil mi?
Siyasetin ve basın mesleğinin bu kadar içinde olduğu halde, bunlardan kendisi için yararlanmayı hiç düşünmedi ama bir derdi olanın dermanı olabilmek için de aramadığı yetkili kalmazdı.
Cumartesi günü Taylan Ağabey'i toprağa verdik.
Allah rahmet eylesin, eşi Serpil'in, çocukları Yasemin'in, Merve'nin, Fazıl'ın, Mina'nın ve tüm sevenlerinin başı sağ olsun.