Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Türkiye'nin gözünü uzaya ve yapay zekâya diktiğini" söyledi.
Bunu havuz gazetesinin manşetinde okuyunca heyecanlandığımı itiraf ediyorum.
Düşünsenize, Türkiye'yi bir yapay zekâ yönetiyor olsaydı, hayatımız ne şahane olurdu.
Ama maalesef yapay olmayan bir zekâ tarafından yönetiliyoruz, artık ona ne isim veriliyor bilemiyorum.
Çünkü zekânın doğal olanının, dereceleri var: Üstün, ileri, geri, durgun gibi.
Odaklandığı sonuca göre isimlendirileni var: Şeytani zekâ gibi.
Yokluğunun değişik dereceleri var: Ebleh, alık, aptal, budala, akılsız, ahmak gibi.
Onun için günümüz Türkiye'sine hakim olan doğal zekânın nasıl adlandırılacağını bilemiyor olmamı eleştirmeyiniz lütfen.
Yapay zekâ denilen "şey", kuşkusuz ki kendi kendisini de geliştiren bir "şey" olmakla birlikte çıkış noktası kendisine öğretilenlerden oluşuyor.
Yani diyelim ki Türkiye'nin yönetimini yapay zekâya teslim edeceğiz: Bu durumda TBMM tarafından onaylanmış uluslararası sözleşmeler, Anayasa, kanunlar, AİHM, AYM kararları filan bu yapay zekâya "veri" olarak yükleniyor.
Ardından ekonomik değerlerimiz, ileriye yönelik yatırım vizyonumuz, sahip olduğumuz alt yapı, tarımsal üretim potansiyelimiz, üretken yaştaki nüfusumuzun eğitim durumu gibi verileri de bilgisine sunuyoruz.
Sonra gelecekte nasıl bir hayat yaşayacağımız ile ilgili vizyonumuzu tarif ediyor ve işi ona bırakıyoruz.
İşte iddiam da budur: Bu yapay zekâ, o yapay haliyle, Türkiye'yi bugünkü yapay olmayan zekâdan daha iyi yönetir.
Bir kere yapay zekânın, abuk sabuk iktisat teorileri icat edip, yüz bilmem kaç milyar dolar döviz rezervimizi eksi 40 küsur milyar dolara düşürmeyeceğine iddiaya girerim.
Bütün varlıklarımızı taşa toprağa, betona, AVM ve kimsenin geçmeyeceği yollar köprüler yapmaya da harcamayacağı kesin.
Çiftçiyi terbiye etmek için tarımsal ithalata gaz verip, tarım üretimini de sıfırlamazdı zaten.
Her göreve, o görevin gerektirdiği niteliklere uygun isimler seçerdi mesela.
Böyle olunca Fethullahçılar ve benzeri cemaat – tarikat örgütlenmelerinin, devleti gizlice ele geçirme çabalarını da önleyebilirdik.
Yapay zekâ, anında uyanırdı, "bunlar bir iş çevirmek istiyor" diye. Yapay olmayan gibi ne istedilerse emirlerine tahsis etmez, "hadi yürüyün işinize" diye en başından kapıyı gösterirdi.
"Türk işi başkanlık sistemine" geçtiğimizden beri en çok yayınlanan Cumhurbaşkanlığı kararı, kendisinden önceki kararı düzeltmek üzere çıkarılan kararlar oldu.
Prof. Dr. Kemal Gözler, 27 Aralık 2019'da yazdığı bir makalede, başkanlık sistemine geçildikten sonraki 1,5 yılda yayımlanan 24 kararnamedeki yanlışları düzeltmek için 31 kararname daha yayınladığını tespit etmişti.
Geçtiğimiz Temmuz ayında da kararnameyle önce üniversite kurdular, ertesi gün üniversitelerin kanunla kurulabileceğini hatırlayınca bunun üniversite değil, fakülte olduğuna ilişkin bir karar daha yayımladılar.
Geçtiğimiz Cumartesi günü 31387 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararının da adı şöyleydi:
"Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Bazı Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (Kararname Numarası: 70)"
"Yapay zekâ" olsaydı böyle bir kararname adı asla duymazdık, çünkü kararname en başından doğru düzgün çıkarılır, ardı ardına düzeltilmek zorunda kalmazdı.
Velhasıl yapay olmayan zekânın bugün ülkeyi düşürdüğü açmazların hiçbirine sokmayacağı da kesindi.
Ama ne yazık ki çok geç kaldık!
Yapay olmayan zekâ memleketi öyle bir uçurumun dibine itti ki buradan çıkabilmek için kaç trilyon bitlik yapay zekâya ihtiyaç duyacağız, kim bilir?
Geçen gün yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararının adıyla ilgili eğlenceli yorumları okurken merak ettim: Acaba bu acayip isimli kararın içinde ne var diye.
Ve bingo!
Türkiye, Suriye'de bir tıp fakültesi kuruyormuş!
Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektörlüğü'ne bağlı olarak Halep Çobanbey'de, Çobanbey Tıp Fakültesi ve Çobanbey Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu kuruyoruz.
Hatırlarsınız daha önce de Suriye'de, Suriye'de yaşayan Suriye vatandaşları otursunlar diye 300 bin kişinin yaşayacağı, 50 bin konutluk bir kent kurmuştuk. İçinde hastanesi, okulları, AVM'si olan koca bir kent!
Şimdi de Suriye'de, Suriyeli öğrencilerin okuyacağı bir tıp fakültesi ve meslek yüksek okulu kuracağız.
Yanlış anlaşılmasın: Türkiye'deki Suriyeli sığınmacılar bu hizmetlere bakıp, memleketlerine geri dönebilsinler diye değil!
Ağamın gönlünden koptuğu için!
Dün, Türkiye'deki tıp eğitiminin içler acısı hâlini, akademik kadroların yetersizliğini yazmıştım.
Bu yetmiyormuş gibi bunlara bir de Suriye'de kurulacak fakülte eklenecek.
Ve işte buraya da yazıyorum, iddiaya girerim ki bu fakülteye sınavsız olarak girip, mezun olacak Suriyeli genç hekimler, tıp fakültesine girmek için çok çalışmak zorunda olan Türkiyeli gençlerle aynı haklara sahip olarak Türkiye'de çalışacaklar.
Artık kesin olarak ortaya çıktı ki Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve koalisyonun küçük ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'yi çıldırtmaya karar vermiş.
Erdoğan'ın ortaya attığı "yeni Anayasa yapalım" önerisi üzerine şunu söyledi:
"Bugün 1921 Anayasasının ruhuyla, cumhuriyetimiz ikinci yüzyılına girerken yeni bir toplumsal sözleşmeyi yine Gazi Meclisimizin iradesiyle, milletimizin iradesiyle yeni anayasayla taçlanacağına olan inancımız tamdır."
Anayasa Hukuku derslerinden hatırladığım kadarıyla 1921 Anayasası, toplamı 24 maddelik, kısa bir Anayasa.
Ve en büyük özelliği, egemenliğin padişahtan millete geçtiğini ilan etmesiyse, ikinci özelliği de "Meclis hükümeti" sistemini kurmuş olmasıydı.
Bugünkü uyduruk başkanlık sistemiyle alakası olmayan, doğrudan Meclis'e hesap veren bir hükümet!
Ve sıkı durun: Bu Anayasa, vilayetlere (bugün il adını verdiğimiz idari birim) yerel yönetim alanıyla sınırlı olmak üzere "muhtariyet" yani özerklik tanıyordu.
Diyeceğim şu ki, 1921 Anayasası'na hakim olan ruhu, bugün seslendirmek bile terörist damgası yemeye yetiyor.
Gül, eğer Soylu ve Bahçeli'yi çıldırtmak istemiyorsa, dilinin altında başka bir bakla olmalı.