İstanbul’da üçüncü havaalanı dün büyük törenle açıldı. Cumhurbaşkanı, bu havalimanını bir 'zafer anıtı' olarak tanımlıyor. Nedeni havalimanının 'dünyanın en büyüğü' olması mı? "En büyük" diyorlar ama gerçek şu ki en büyük değil. Küçük de değil tabii, ama alan olarak dünyanın en büyük 7. havalimanı bu. (Ölçü yolcu sayısı ise ilan edilen kapasiteye ulaşıp ulaşamayacağını görmek için çok zaman gerekiyor.) Bu küçümsenecek bir şey değil buna kuşku yok da bu nasıl bir “zafer”? Boğaz köprüleri, Osman Gazi Köprüsü, Keban-Atatürk-Karakaya barajları gibi başka dev eserlere de sahibiz, bazıları da bu iktidar döneminde yapıldı. Artvin’deki Yusufeli Barajı da kendine benzer barajlar içinde dünya üçüncüsü. Bunların herhangi biri ya da topluca hepsi Cumhuriyet’in zaferi olamıyor da yeni havalimanı mı Cumhuriyet’i taçlandıran zafer oluyor? Almanlar ile kavga ederken bunun sebebinin Almanya’nın bu havalimanını kıskanıyor olması diye izah ediyorlardı, hatırlarsınız. Şimdi Almanlarla can-ciğer, kuzu sarması olduk, merak ediyorum Almanlar artık kıskanmaktan vaz mı geçtiler? Havaalanının ismi üzerindeki spekülasyonların bitmesi için de açılış törenine kadar beklememiz gerekti. Havaalanı 'İstanbul' adını taşıyacak, böylece 'IST' kodunu koruyacak. Atatürk adından da kurtulmuş olacaklar, gerekçe: Eski işlevlerini sürdürmeye devam edecek. Bütün bunlar, büyüklüğü üzerinde gerçekliği olmayan iddialar, isim konusundaki esrarengiz tutum ve Atatürk adının yeni havalimanında kullanılmayacak olması, aslında Erdoğan’ın büyük hedefinin bir parçası. Erdoğan, sonuçta ulaşmak istediği rejime bir menkıbe yaratmaya çalışıyor. 15 Temmuz’da Fethullahçı darbecilerin halk hareketiyle ezilmesini merkezine alan bir menkıbe olacak bu. Havalimanı açılışının böyle bir zafer gösterisine dönüştürülmesindeki amaç bu.
Ve son bir not: Yeni havalimanına emeği geçen bütün işçi ve mühendislere, mimarlara ve projenin gerçekleşmesinde emeği olanlara kendi adıma teşekkür etmek isterim. Böylesine büyük bir projenin siyasal amaçlar için kullanılması ile bunu gerçekleştirmek için harcanan emek ve alın terini birbirine karıştırmamak gerektiğini düşünüyorum.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suudi kökenli gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetine karıştıkları düşünülen kişilerin Türkiye’ye iadesini isterken şöyle dedi:
“Bu 18 kişiyi konuşturamıyorsanız, verin biz yargılayalım.”
Bizim memlekette bir şüphelinin 'konuşturulması' gündeme geliyorsa ya da bu kelime bir cümle içinde kullanılırsa neyin kast edildiğini hepimiz biliriz. Aramızda bunu bizzat test edenlerin sayısı hiç de az değildir. Zaten “karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar” diye bir halk deyişimiz de var ki bu karakollarımızın doğru/yalan konusunu açığa çıkaran bir tür katalizör niteliğinde olduğunu da ortaya koyar! Bu yılın eylül ayının hemen başında Bayrampaşa’da bir karakolda, bir sanığın avukatına önce sopayla vurup, sonra da silah çeken komiserin odasında yapılan aramada değişik boylarda başka sopaların yanı sıra bir de beyzbol sopası bulunmuştu. Bildiğim kadarıyla polis okullarındaki spor derslerinde beyzbol oynatılmıyor ama işte nasıl olduysa, bu da karakola girivermiş. Çünkü karakollarımızın 'konuşturma' yeteneğinin bir bölümü sopanın içindeki güçte saklı.
Cumhurbaşkanı’nın konuşmasındaki “yargılayalım” ifadesi de aslında mahkeme sürecine değil, bu 'konuşturma sürecine' yönelik. Sanıyorum, cümleye böyle başladı ama devamını getirmek istemedi, ne de olsa olaylar dünya kamuoyunun gözünün önünde geçiyor! Ama yine de lafa böyle girmeseydi, daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Ne de olsa devletin başı olarak, karakollarımızın sabıka kaydından kötü muamele ve işkenceyi çıkartmak da onun görevi.
Ankara Cumhuriyet Başsavcısı'na 27 Temmuz 2018 günü gelen posta içinden bir tane de boş zarf çıktı. Zarfın gönderici kısmında sahte bir isim ve adres yazılmıştı. Zarfın üzerinde görülen İS ibaresinden hareketle PTT’nin Ankara İskitler Şubesi’nin kamera kayıtları incelemeye alındı. Sonunda zarfın saat 8.53’te bir erkek tarafından postaya verildiği anlaşıldı. Aynı şahıs zarfı postaya verdikten sonra eşine ait bir aracın HGS işlemlerini de yaptırmıştı. HGS formundan şahsın gerçek ismi ve adresi belirlendi. Bu arada Polis Kriminal Laboratuarı da boş durmamış, zarfın üzerindeki el yazısı ile HGS formundaki el yazılarını karşılaştırmış ve ikisinin aynı kişinin elinden çıktığı belirlenmişti. 11 Ekim’de 'boş zarf gönderme suçunu işleyen şahıs' öğretmen olarak çalıştığı ilkokulda gözaltına alındı. Şahıs, zarfın içine FETÖ ile ilgili bir gazete haberi koyacağını ama unutarak postaya verdiğini iddia etti. Adli kontrol şartıyla serbest bırakılan şahsın, FETÖ ile bağlantısının olup olmadığı araştırılıyor.
Yukarıda kısaca özetlediğim gelişmeler, zarfın postaya verildiği tarih olan 27 Temmuz ile gözaltı tarihi olan 11 Ekim arasında gerçekleşti. Kabaca bir hesapla iki buçuk ay! İki buçuk ay boyunca polis dedektifleri, kriminal laboratuar, olaya bakan savcı, dosyanın gittiği mahkeme 'boş zarf gönderme suçunu' araştırdı! Kaç saatlik görüntünün tarandığını, bu işte kaç polis memurunun çalıştırıldığını elbette bilemiyoruz. Ama sayıları az olmasa gerek. Boş bir zarf için devletin adeta seferber edilmesi sadece bana mı tuhaf geliyor, bilemedim. Evimize, otomobilimize hırsız girse göstermeyecekleri performansı boş zarf failini yakalamak için harcamaya çekinmemişler. Psikiyatrlara, psikologlara bir sorum var: Ben mi “boş vermişlik sendromundan” mustaribim, devletimiz mi paranoyak oldu?