D_Masthead_970x250

Geç uyanabilmek ve kahve içmeye gidebilmek

Zaman önümüzden bir nehir gibi akıp geçerken dakikalarımızı, saatlerimizi, günlerimizi tüketiyoruz ister istemez. Adını çağırdığımızda kaybolan sessizlik gibi. Eriyip gidiyor zaman. Bu yazıda modern zaman içerisinde yaşamımızı nasıl tükettiğimiz üzerine söylenmiş birkaç söze yer vermek istiyorum.

Sabah başlayan yolculuklar, bütün günün iş telaşında harcanması ve akşamüstü kendimize belki ayırabildiğimiz birkaç saatin ardından yok olan günle beraber ışığı söndürmek. Yeni bir güne aynı döngü içerisinde merhaba demek. Gittikçe uyanmanın zorlaşması ve artık yorgunluk duygusunun sürekli bir mesai haline gelmesi. Uykunun yorgunluğu geçirmek yerine sadece gözlerin kapatıldığı ve açıldığı an arasında geçen süreden ibaret kalması. Bu yazıyı yazan kadar okuyanların da çoğu zaman içerisinde yaşadığı bir döngü bu. Zihnimiz dinlenecek vakti kendisine yaratamıyor ve küçük ayrıntılarda düşen yüzümüzü yerçekimine rağmen direnmeye çağırıyoruz her sabah yeniden ve yeniden.

Zaman önümüzden bir nehir gibi akıp geçerken dakikalarımızı, saatlerimizi, günlerimizi tüketiyoruz ister istemez. Adını çağırdığımızda kaybolan sessizlik gibi. Eriyip gidiyor zaman. Bu yazıda modern zaman içerisinde yaşamımızı nasıl tükettiğimiz üzerine söylenmiş birkaç söze yer vermek istiyorum.

Patlıcangil nickli (kod isimli) yazarın Ekşi Sözlük’te yazdıkları hislerimize tercüman olacaktır diye düşünüyorum. Ekşi Sözlük’te yazarların 2013 yılında en beğendikleri entryler (iletiler) arasında ilk sıraya yerleşen metin aslında küçük bir özeti yaşamımızın.  

“Merhaba. Ben 27 yaşındayım, adım b. evde oturmayayım diye 5 yaşında anaokuluna başladım. Evde oyun oynasam ya da doya doya televizyon izlesem ya da en güzeli sabahtan akşama kadar mahallede koştursam da olurdu ama anaokulu diye bir kurum vardı ve ailem oraya yolladı. Yine ben 5 yaşında sıkıntıdan okuma yazmayı çözmüştüm ama ilkokul diye bir şey yaratıldığı, beş yıl boyunca çocukları oyalamak için bir bina yapıldığı için oraya gönderildim. İlkokul birinci sınıfı bitirdiğimde basit bir şekilde matematik anlatmayı beceremeyen babam sayesinde iki bilinmeyenli denklem çözebiliyordum. İlkokulun beş yılı boyunca acayip sıkıldım. Bu beş yılda defalarca dizimi kanattım, blok flüt çalmayı öğrendim, bir kere gözümü yardım, kabakulak ve suçiçeği geçirdim, düzgün olmayan yazımı bir türlü düzeltemedim. Onun dışında çok sıkıldım. Bir de evde ailemin dinden hiç bahsetmemesi fakat okuldaki çocukların sürekli "Allah karanlıktaki karıncayı bile görür" demesi yüzünden paranoyak oldum. Bir ara babamın düşüncelerimi okuyabildiğini düşünüp yaramazlık yapamıyordum. Ha bir de ilkokul beşte hareket enerjisinin ısı enerjisine dönüşümünü anlatmak için kaydıraktan kayan ve poposu yanan çocuk örneğini verdiğim için dayak yedim. 

İlkokul dört ve beşinci sınıflarda Anadolu Lisesi sınavına hazırlandım. Çünkü iyi iş bulabilmek için iyi üniversiteye gitmek, iyi üniversiteye gidebilmek için de iyi liseye gitmek gerekiyordu. Çocukluğumu ders çalışarak geçirdim. İlkokuldan sonra hazırlık okudum. Bak o güzeldi. Sonra ortaokul ve lise. Bozulmayan sırayla ve aynı kelimelerle Selçuklular, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihleri öğrendim. Liseden mezun olduğumda ikinci dünya savaşı hakkında hiçbir şey bilmediğim gibi birinci dünya savaşı da benim için bir Sırp milliyetçisinin Frand Ferdinand'ı öldürmesinden ibaretti. Bol bol dua ezberledim, saçma sapan matematik problemleri çözdüm, üçgenin iç açılarını ve dış açılarını ezberlemem yetmiyormuş gibi onyedigenin bir dış açısını hesaplayabiliyordum. Blok flüt çalmaya devam ettim. Sandıktan takla attım. Mercekte kırılan mum ışığının iz düşümünü buldum filan. Bunlar hep iyi bir üniversite ve akabinde gelecek iyi iş hayatı, bol para içindi.

Hayatımın en ergen yıllarını ders çalışarak geçirdiğim için manyak bir ergen oldum. Çılgın gibi test çözdüm. Trigonometri, türev, integral öğrenmeye çalıştım. Beceremedim çünkü çok sıkılıyordum. Üniversiteyi kazandım. İlerde iyi bir iş bulabilmek için anorganik kimya dersini geçmem gerekiyordu ve bunun için periyodik cetveli ezberledim. Sonra sülfürik asitle elimi yaktım. Bir keresinde organik kimya laboratuarında astım krizim tuttuğu için profesörden azar işittim. Haklıydı, astımım varsa niye bu bölümü okuyordum? Ama kimya bölümünde ne okunur, kimya mezunu ne iş yapar bilmeden o bölüme girmiştim işte. Zar zor mezun oldum üniversiteden, Tca Siklusunu ve karbondioksitin molekül orbital şemasını çizmeyi ezberleyerek.

yaşım 24'ü bulduğundan artık ne iş yapmak istediğimi biliyordum ve yüksek lisansa başladım. genetik bölümünü kazandım, kanser çalışmak için heyecanla okula gittim tezlerin dağıtıldığı gün. Maya çalışması verdiler bana. "Kanser?" dedim, "maya da iyidir" dediler. Yüksek lisansı bıraktım. İş aramaya başladım sonra. İstanbul’da 1+1 bir ev ve sadece elektrik faturasını karşılamaya yetecek işler teklif ettiler uzunca bir süre. Halbuki ben 24 yaşıma kadar iyi bir iş bulabilmek için Franz Ferdinand'ı, Tca Siklusunu ezberlemiştim. Blok fülüt bile çalmıştım! Bari doğalgaz faturamı da ödeyebilseydim! Bir süre sonra tüm faturalarımı da ödeyebileceğim bir iş buldum. Çünkü hak etmiştim bence. En çok sandıktan takla atarken hak etmiştim! İki yıl oldu. İki yıldır Allah’ıma çok şükür faturalarımı ödüyorum. İki yıl oldu, iki yıldır mobbing yaşıyorum. İki yıl oldu, iki yılda defalarca hıçkıra hıçkıra ağlayarak çıktım ofisten. İki yıl oldu, iki yıldır nefret ederek geliyorum işe.

Merhaba, ben b. Birkaç ay sonra 28 yaşımı bitirecek ve 29. yılımdan gün almaya başlayacağım. 5 yaşından beri iyi bir iş bulabilmek için saçma sapan işler yapıyorum, ama mutsuzluktan ölüyorum. Hem badminton oynamayı öğrendiğim hem de ikinci dil olarak öğrenmeye çalıştığım almanca ile "ich bin acht un zwanzig jahre alt" demeyi becerebildiğim halde hayatımın 2/7'sinde geç uyanabilmek ve kahve içmeye gidebilmek için hayatımın geri kalan 5/7'sinden nefret ediyorum.

Merhaba, intihar edelim mi?”

Seninki can bizimki patlıcan mı sözüne nazire yaparcasına almış belli ki yazar mahlasını. Yazının içeriği hepimizin yaşadığı tükenme sürecini çok güzel özetliyor. Kahve içtiğimiz anların tadını çıkartarak ve paylaşarak yaşayabiliyoruz sıkıştırılmış mutluluklarımızı.

Saint Exupéry’nin Küçük Prens romanından bir alıntıyla yazıyı sonlandırayım;

“Günaydın” dedi Küçük Prens

“Günaydın”, dedi satıcı. (Susuzluk giderici haplar satan bir adamdı bu. Haftada bir hap içtiniz mi, artık içecek bir şey aramıyordunuz.)

“Bunları neden satıyorsun?” diye sordu Küçük Prens

“Zamanın boş yere harcanmasını önlemek için. Uzmanların hesabına göre, bu haplar alınınca haftada 53 dakika kazanılıyor.”

“Peki, bu 53 dakikada ne yapacağız?”

“Canın ne isterse…”

“Keyfimce harcayacak 53 dakikam olsaydı, ağır ağır bir çeşmeye doğru yürürdüm dedi küçük prens”

-----

İllüstrasyon: Cem Güzeloğlu

İlgili İçerikler