“Çeşme’deki festivalden davet gelmiş. Bu yıl yine sıkı çalıştın, pek tatil de yapamadın. Buna sen git, birkaç da haberle gel ama…”
20’lerinde bir muhabirken istihbarat şefim bu cümlelerle beni birkaç kez Çeşme’ye göndermeseydi, bu sevimli ilçemizi pek tanıyamayacaktım. 80’lerin sonlarıydı ve Çeşme’de Türkiye’nin en zengin müzik festivallerinden biri yapılıyordu. Nokta dergimiz adına üst üste üç yıl festivali izledim, Alain Delon’un sanatçı oğlu Anthony Delon’dan Al Bano - Romina Power çiftine bir dolu ünlüyle tanıştım. Magazinci olmadığım halde bir havuzbaşında zamanın en gözde pop şarkıcılarından Samantha Fox’la özel röportaj bile yaptım!
O yıllarda Çeşme adeta bir kasaba irisiydi, merkezde Belediye Başkanı’nın iki otelinden başka düzgün tesis yoktu. Ilıca’daki devletin işlettiği Turban oteline cüzdanı kalınlar gidebiliyor, orta gelirli halk ise ancak pansiyonlarda ya da akraba evlerinde kalabiliyordu.
Derken Özal döneminde Çeşme otobanı yapıldı, İzmir’den gelip gitmek çocuk oyuncağına döndü. Bu da Çeşme’nin bugünkü popülerliğine giden yolu açtı…
Çeşme Marinası’ndaki St. Tropez barlarını aratmayan Marina Yacht Club’da caz konserinin başlamasını bekleyip yeni moda Mezcal’li kokteylimi yudumlarken, zamanın ne denli hızlı aktığını düşündüm. Bugünlerin en gözde yerlerinden Alaçatı bile alçakgönüllü bir köydü, turizmin T’si ile bile tanışmamıştı.
Çeşme’ye o günlerden sonra da her 3-5 yılda bir yolum düştü, gelişimini ve bunun sancılarını da izleme şansım oldu. Serin ve dalgalı denizi, bir türlü dinmeyen rüzgârı, pahalıca fiyatlarıyla -Antalya’da büyümüş bir Akdenizli olarak- bu beldeye aslında pek de ısınamadım. Ta ki bundan 10 yıl kadar önce, marinasını görene kadar…
O günlerde yeni açılan marina mimarisiyle insanı adeta çarpıyordu. Tamamen yeni binalardan oluşmasına rağmen öyle incelikli yapılmıştı ki, insan burasının yeni olduğuna inanamıyordu. Begonvillerle süslü beyaz badanalı ya da çıplak taştan iki katlı evleri, ahşap cumbaları, dar sokakları ve aniden karşınıza çıkan merdivenleriyle asırlık bir Rum mahallesi gibiydi. Çeşme, kalbimde ilk kez bir yer edinebilmişti.
Doğrusu ilçede sevimsiz anılarım da oldu. Tadım etkinliklerim gereği pek çok bol yıldızlı otelinde kaldım, bunların dış görünümüyle askerî hapishaneyi andıran en ünlüsünde dev bir açık büfede aç bile kaldım! Yanık yağlarda kızarıp kapkara olmuş birbirinden kötü yiyecekler tepeleme yığılmıştı, salataların yaprakları bile pörsüyüp sararmıştı. Arkadaşımla kendimizi dışarı dar attık, “lüks” otelden kaçıp kumrucuda karnımızı ancak doyurabildik. Bir başka seferinde yetersiz büfeye saldıran kahvaltı kalabalığından kaçıp, yakındaki bir pastanede poğaça ve çayla kahvaltımı zor edebildim. Havaalanı pisti genişliğindeki Çeşme-İzmir otobanında Cuma ya da Pazar akşamı kuyruklarında ömür törpülediğim, “Bu kadar ilgi gören bir yere denizden ya da raylı sistemle kaliteli bir toplu ulaşım niye kimsenin aklına gelmez” diye şaştığım da oldu. İzmir’in zengin çocuklarının öğle vakti gümbürdeyen disko müziğiyle kendinden geçip buzlu kovalardan şişeler dolusu votka içtiği, ardından “Sen benim kız arkadaşıma baktın” diye kavgaya tutuştuğu sahnelere de tanık oldum.
Alaçatı ise başka bir âlemdi… Sörf dışında akla gelmeyen bu eski Rum köyü 2000’lerde çılgın bir hücuma uğradı, ilk zamanlarında açılan naif ve sevimli mekânları yerlerini hızla kapısında fedailerin beklediği “raconlu” meyhanelere terk etti. Kaliteli yerler de hep oldu ama diğerlerinin yanında yaşam savaşı verdi. Teknik direktör Fatih Terim’in beş yıl önceki kebapçı baskını da tüm bunların üzerine adeta tüy dikti, Alaçatı’nın geleceğiyle ilgili soru işaretlerini çoğalttı.
Bu Haziran ayı ise birer hafta arayla iki kez Çeşme ve Alaçatı’yı gözlemleme şansı buldum. Çeşme’nin kalburüstü otellerinde kaldım, fiyat kırma rekabeti yüzünden “ucuzcu” müşteriyle dolduklarını gördüm. Haliyle bu da standartları aşağı çekmiş, sunulanları ve servisleri vasatlaştırmıştı. Beldenin pahalılığı ve İzmir’den gidip gelmenin yükselen benzin fiyatlarıyla zorlaşması, İzmirlilerin ayağını biraz kesmişti. “Ortadoğulu” turistler burada da artmıştı, avronun yüksekliği Almanya’dan Türkler’i de daha görünür kılmıştı.
Alaçatı ise insanı iki uca çekiyor, bir yandan İstanbul’un arabesk yıldızlarını ağırlayan pavyonumsu mekânların sokakları sallayan gümbürtüsü, bir yandan da üçüncü dalga kahve dükkânlarının, butik barların ve fine dining sunmaya çalışan restoranların sevimliliği tezat oluşturuyordu. Bölgenin gördüğü en seçkin restoranlardan Kapha’nın yerine açılan Amavi’de bir akşam yemeği yedik, balıkları tıpkı kırmızı etler gibi “kuru dinlendiren” şef Can Aras’ın deneysel lezzetlerinden çok mutlu kaldık. Ama bu tür restoranların -ve müşterilerinin- köyde giderek daha azınlığa düştüğünü gördük. Çeşme’de ise geçen yıl kapanan bazı bar ve restoranlar bu yıl açılamamıştı. Marina yine canlıydı, caz sanatçılarını ağırlayan Yacht Club sofistike canlı müzikler, “imza” kokteyller ve iyi bir mutfakla çıtayı yukarı çekiyordu. Burada tattığımız mürekkep balığıyla renklendirilmiş deniz ürünlü siyah “mantı”, Michelin yıldızlı restoranlarda karşınıza çıkabilecek kıratta bir lezzetti. Marina’da bir sabah kahvaltı ettiğimiz Kepler de, Urla’dan gelen özel zeytinyağları, kavrulmuş file bademle taçlandırdığı salataları ve özel yaptırttığı şarküterileriyle gastronomik bir iddia sergiliyordu. Marinayı işleten IC Holding - Camper & Nicholsons ortaklığı genç ve idealist girişimcilere kapı aralamış, son birkaç yıldır düşen çizgiyi yeniden yükseltmişti.
Alaçatı’ya abanan turizm sermayesi ve küçük girişimciler Çeşme merkeze doğru da uzanırsa, yorgun otelleri, köhnemiş binaları elden geçirip yenilerse, Marina’daki düzeyli etkinlikler de dışarı doğru taşar, halkla bütünleşirse, neden olmasın?..
Mehmet Yalçın kimdir? Türkiye’nin ilk “içki yazarı” Mehmet Yalçın, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. 1984’ten itibaren haber ajansı ve dergilerde muhabirlikten genel yayın yönetmenliğine uzanan görevlerde bulundu. 1997’de modern yaşam tarzı dergisi Gurme’yi, 2001’de de Türkiye’nin ilk içki kültürü dergisi Gusto’yu çıkardı. Sabah ve Milliyet gazetesinin Pazar eklerinde 17 yıl gastronomi alanında köşe yazarlığı yaptı. “A’dan Z’ye Viski”, “A’dan Z’ye Şarap” ve “A’dan Z’ye Bira” kitaplarını yazdı. Dünyanın dört yanında sayısız şarap ve sert içki tadım ve eğitimine katılan Yalçın, danışmanlık ve eğitmenliklerini sürdürüyor, her hafta Türkiye’nin en çok okunan bağımsız internet gazetesi T24’te yazıyor. |