Şimdilerde yerinde dev gökdelenlerin bulutlara doğru tırmandığı fabrikanın merdivenlerini tırmanırken, karşılaşacağım sürprizden haberim yoktu. Müdür beyin odasında sade kahvelerimizi içerken kendisini sıkıştıracak oldum:- Kanyaktan çok şikâyetçiyiz… Bir yudum alıyoruz, sanki boğazımızdan aşağı cam kırıkları iniyor. Aksıra tıksıra kendimize gelmeye çalışıyoruz.
Müdür bey eski makam odalarının bir klasiği olan masa altı düğmesiyle zile bastı ve sekreterini çağırdı. Kulağına bir şeyler fısıldadı. 5 dakika geçmişti ki, sekreter hanım elinde bir tepsiyle beliriverdi. Tepside kızıl-kehribar renkli bir sıvının ışıldadığı bir şişe ve iki de balon kadeh vardı. Müdür bey, tahrik edici rengiyle olduğu kadar ağdalı kıvamıyla da gözü okşayan sıvıyı kadehlere koyduktan sonra gururla uzattı:- Bir de bunu deneyin lütfen…
Kadehimdeki içki enfes kokuyor, üzüm ile meşenin uzun yıllar mahzenlerde seviştiği belli oluyordu. Damakta da kadifemsi bir kıvamdaydı ve yıllanmış konyakları andıran güzellikteydi. Müdür Bey, üzerinde “Kara Kanyak - Eşantiyon” yazan şişeyi elinde okşarcasına tutarken,- Ah dostum, dedi. Kanyağı yıllandırabilsek böyle olacak. Bu tattığınız 19 sene meşe fıçılarda eskitebildiğimiz Karasakız üzümü kanyağı. Sizin şikâyetçi olduğunuz ise fıçıda ancak birkaç ay tutabildiğimiz kanyak. Kabahat kanyakta değil, onu yıllandıramadığımız bu köhnemiş, bürokratik sistemde…
1990’lı yılların sonunda bu sohbeti yaptığımız Mecidiyeköy Likör ve Kanyak Fabrikası’nın o yıllardaki Müdürü Kerim Yanık, emekli olmanın özgürlüğüyle anılarını yazdı ve içki dünyamızın son yarım yüzyıldaki bunun gibi pek çok bilinmeyen yönünü aydınlattı. Yanık’ın Oğlak Yayınları’ndan çıkan “Tekel’in Nesi Kaldı, Damaklarda Tadı Kaldı” adlı kitabı, sadece devlet eliyle üretilen içkilerimizin nostaljik bir öyküsü değil. Aynı zamanda, sokaktaki insanın sadece bir lezzet ve keyif konusu olarak gördüğü içki dünyasının ekonomisini de irdeliyor, ulusal ekonominin bu güçlü dalının nasıl kırıldığını ortaya koyuyor. Yıllardır adım adım tasfiye edilen Türk tarımının ve tarıma dayalı bir sanayi olan içki sanayiinin zayıflatılmasının, ülkeyi nasıl yoksullaştırdığını da göz önüne seriyor.
“Ankara Viskisi”nin tek eksiği
Yanık’ın önsözünü yazma onurunu bana verdiği kitapta, yazarın neredeyse ömrünü verdiği ve artık sadece anılarda kalan Tekel için “İçki, tütün, sigara, tuz üretimleri; bu ürünlerin ülkemizin her noktasına ulaştıran dağıtım ve pazarlama faaliyetleri, sayısız sosyal ve kültürel aktiviteleri ile Cumhuriyet dönemimizin en ve önemli yapı taşlarındandır” tespiti yapılıyor.
Kerim Bey’in Tekel ile ilgili ilk anısı, Malatya’da geçen çocukluk yıllarında annesinin dinî bayramlarda “gaz lambası” biçimli şişelerden yaptığı likör ikramı… Yanık, “1950’lerin Anadolu’sunda dini bayramlarda dahi olsa, likör ikramının dinsel yaklaşımlarla yasaklanması, ‘günah’ sözcüğü ile bir araya getirilmesi düşünülmezdi. 70 yıl sonra, dünyanın 188 ülkesi arasında içki tüketiminde 141. ülke konumunda olmamıza karşın içkiye karşı uygulanan yasakçılık düşündürücü… Bira dahil kişi başı içki tüketimimiz 1.5 litre dolayında. Avrupa ülkelerinde bu oran 17.5 ile 21 litre arasında değişirken, bizdeki içki düşmanlığını nereye oturtacağımızı bilemiyorum” diyor.
Kerim Yanık çalışma hayatına 1967’de, üniversite birinci sınıftayken Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Tekel Bira Fabrikası’nda başlamış. Fabrikada görev yaptığı yıllar boyunca, sadece bira değil şarap, viski, soda, gazoz, rakı, hatta buz üretimlerine dahi tanık olmuş. “Fabrikanın yanı başındaki ‘bira parkı’, zengin, orta halli, genç, yaşlı her Ankaralının ortak mekânıydı. Zamanının en ünlü sanatçılarının konserler verdiği, fabrikanın fıçı biralarının keyifle yudumlandığı, unutulmaz anların paylaşıldığı bir yerdi” diye hatırlıyor o günleri. Yanık biradaki kısa döneminin ardından, hızla daha karmaşık olan şarap üretimine geçmiş. Burada ustası Lütfi Hızel’in beton havuzun kapağından dışarı taşan şarabı kapağa oturarak poposuyla kapatması, “Şarabı ziyan etmeyin çocuklar…” diye bağırması gibi renkli anlara tanık olmuş. 9 yıl şarapta görev yaptıktan sonra, bu kez rakı dolum amirliği görevine atanmış. Bu süreçte son yıllarda çok konuşulan bir zamanların Ankara viskisi üretimine de katkılarda bulunmuş. Ankara Viskisi için “Tek eksiği, istenilen sürede dinlendirilme ve eskitilme şansına sahip olamayışıydı. Yıllık üretimi maksimum 150 bin litre olan bu viskinin, ayırım yapılmadan Türkiye’nin bütün illerindeki Tekel bayilerine gönderilmesi gerekiyordu. O yüzden dinlendirilip olgunlaştırılması ve eskitilmesi yeterince yapılamıyordu” diyor.
Sarı rakının gerçek öyküsü
Kerim Yanık’ın kitabındaki en renkli bölümlerden biri de, adeta bir şehir efsanesi haline gelmiş meşe fıçılarda dinlenen “sarı rakı”nın öyküsü… Bazı firmaların “Atatürk’ün rakısı fıçıda dinlenir, sarı olurdu. Bu rakıyı onun anısına çıkardık” diye pazarladığı sarı rakı, meğer bir üretim hatasının ürünüymüş… Yanık, renkli üslûbuyla öyküyü şöyle anlatıyor:
“Bir sabah Ziraat Yüksek Mühendisi Günseli Kuzugüdenlioğlu odama girdi. Elindeki şişede sarımtırak ama berrak bir sıvı vardı. ‘Ne olduğunu bil bakalım…’ dedi. Bilemeyince, gülerek ‘Senin geçen yıl ürettiğin rakı’ diye ekledi. Zihnimdeki ampul o zaman yandı… Bir önceki yıl, İzmir İçki Fabrikası’ndan su ekleyip alkolünü düşürerek dolum yapmamız için gönderilen 80 derece alkollü ham rakıların konulduğu metal bidonlara yağlı bir madde karışmıştı. Büyük ihtimalle bidonlarda daha önce mazot taşınmıştı.
240 bidon rakı içilmeyecek durumdaydı. Rakıları yeniden damıttık, yağlı maddeden arındırdık. Rakıların dinlenmesi için yeni yapılmış ve içlerine henüz rakı konulmamış 5’er bin litrelik fıçılara bu rakıları koyduk. Günseli hanımın getirdiği, o yeni fıçılara koyduğumuz rakıydı. Fıçılar sıfır olduğu için rakıya sarımsı bir renk vermişti. 15-20 bin litrelik bu rakıların tadları da nefisti ama bu renkleriyle şişeleyip piyasaya veremezdik. Biz de o zamanki Gümrük ve Tekel Bakanı Tuncay Mataracı’ya çıkarak bunların yaklaşan yılbaşında protokole armağan olarak verilmesini önerdik. Rakıları bu yolla bitirdik ama bu kez de ‘sarı rakı’ efsane oldu, uzun yıllar hatırlanıp istendi. 30 yıl sonra rakı özelleşip özel sektör tarafından yapılınca, böyle bir lezzetle halk da tanışmış oldu.”
Kerim Yanık’ın 140 sayfalık, nostaljik fotoğraflar ve eski içki ilanlarıyla bezeli kitabı, hep böyle renkli anılarla dolu değil. Yanık kitabının sonunda can sıkıcı gerçeklere de değiniyor ve Tekel’in özelleştirme adı altında nasıl yağmalandığını, ekonomimizin de nasıl bir yara aldığını rakamlarla ortaya koyuyor. İnsanın en içini burkan ise, Yanık’ın uzun süre kuruluşu için çabaladığı Tekel Müzesi’nin hazin akıbeti oluyor.
Kısacası, Kerim Yanık’ın kitabı meşe fıçıların, çelik tankların, boruların ve şişelerin etrafında geçen yarım asırlık bir serüveni özetliyor. Ve insan son sayfaları okurken, “Bu pilav daha çok su kaldırır… 70 yaşına rağmen bu dinçlikte olan duayenimiz, bu kitaba sığmayanları belki de bir ikinci ciltte kaleme alır” diye düşünmeden edemiyor.