Siyah yelekli, papyonlu genç kadın garson, gümüş tepsiyi davetkâr bir gülümsemeyle uzattı. Davetin sonlarına doğru gelmiştik, leziz kanepeler ve nefis şaraplarla hemen hemen doymuştum. Tepside ise pek de meraklısı olmadığım jöleli meyve şekerlemeleri diziliydi. Tereddüt ettiğimi gören garson, ısrarcı bir ifadeyle “Denemelisiniz mösyö…” dedi.
Dediğini yaptım. Ve ağzıma attığım çilekli şekerlemenin damağımda adeta patlayan tadıyla bir yandan zevkten dört köşe olurken, bir yandan da utandım… O âna kadar sadece Türkiye’deki boyalı ve glikozlu kötülerine rastladığım için sevmediğim bu şekerlemenin iyisi, ne kadar da güzeldi! Önyargımdan dolayı kendime kızdım ve bir daha hiçbir ikramı böyle kategorik olarak reddetmemeye karar verdim.
10 yıl önce bu hoş tecrübeyi yaşadığım yer, Paris’in asırlık restoranı Fouquet’s’di. 2009 yılı Fransa’da hükümet tarafından “Türkiye Mevsimi” ilan edilmişti ve Türkiye’nin gastronomik temsilini Gusto dergisi ekibi olarak üstlenmiştik. Fouquet’s’in özel etkinlikler için kullanılan üst katındaki “Dünya Şarapları Tadımı”na Kavaklıdere’nin katılmasına önayak olmuş, yeryüzünün dört yanından seçme şarapların üreticileri ve Paris’in şarapseverleriyle harika bir gün geçirmiştik. Geçen hafta sonu Sarı Yelekliler’in Şanzelize Bulvarı’ndaki protestoları sırasında bu şık restoranın tahrip edildiğini görünce içim cız etti, o gün gözümün önünde yeniden canlandı…
Paris’in tam kalbinde, Şanzelize’nin George V caddesi ile kesiştiği köşedeki Fouquet’s, 1899’da kurulmuştu. Louis Fouquet at arabası sürücülerinin eğlendiği salaş bir tavernayı satın almış, mekânını kurarken de o yıllarda kentin en gözde restoran ve gece kulübü olan Maxim’s’i taklit etmişti. Art Nouveau tarzı iddialı bir dekor, duvarlarda şık lambriler ve stilize aplikler, tavanlarda da görkemli avizeler ihmal edilmemişti. Genç adam kısa sürede de amacına ulaştı, restoranı Paris sosyetesinin gözde mekânlarından biri haline geldi.
Fouquet’s’in renkli müşterileri, magazin basını için de müthiş bir malzeme kaynağıydı. 1903 yazında zamanın ünlü havacılarından Santos-Dumont, pırpır uçağını bulvara indirip başarısını Fouquet’s’in terasında arkadaşlarıyla şampanya açarak kutlamıştı mesela. Uçağı, tıpkı restoranın önüne parkedilmiş bir otomobil gibi hemen önündeydi! Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, sadece sosyetenin ve zenginlerin değil, bohem sanatçıların da uğrak yeri oldu bu şık restoran. Charlie Chaplin’den Orson Welles’e, Catherine Deneuve’den Kirk Douglas’a özellikle sinemanın ünlülerinin buluşma yeri haline geldi. Birçok film burada planlandı, sözleşmeler imzalandı, senaryolar kotarıldı. 1980’de Fransız sinemasının en prestijli ödüllerinden Cesar'ın töreninden sonra katılımcılar burada bir gala yemeği yediler, o gece orada bulunan bütün ünlülerin adlarının yazıldığı bir metal plaka restoranın girişine işlendi. Ve her yıl Cesar galaları burada yapıldı.
20. yüzyıl boyunca kuşkusuz Fouquet’s’den çok daha iyi mutfaklı, çok daha iddialı restoranlarla dolup taştı Paris. Burası ise efsanesini her zaman korudu. Çünkü lezzetli yemek ve şaraplar kadar, benzersiz bir ambians ve klas bir servis de efsanenin sacayaklarıydı. Raymond Castans’ın “Bana Fouquet’s’den Bahset” kitabı, bununla ilgili çok sıcak bir öyküye yer veriyor. Yıl 1934, ünsüz ve işsiz genç aktör Raymond Pellegrin “gözönünde olmak ve yönetmenlerin dikkatini çekmek için” mekâna geliyor. Karnı fecî aç ve cebinde sadece en ucuz şaraptan bir kadeh içecek kadar para var. Metrdotel ona hiç sormadan önüne bir tabak yahni ve bir karaf şarap koyuyor. Tabaktakileri silip süpüren genç aktör, elmalı turta ve kahve ikramını da geri çeviremiyor. Olacaklara çoktan razı… Hesabı istediğinde ise, kutunun içinden hesap pusulası yerine bir 10 frank çıkıyor. Hayretle baktığı güngörmüş salon şefi, “Paranızın üstü efendim” diyor. “Umarım servisten memnun kalmışınızdır…” Genç aktörün sonraki yıllarda şöhret merdivenlerini hızla tırmandığını ve Fouquet’s’i asla terketmediğini belirtmeye ise, herhalde gerek yok…
Fouquet’s sadece sosyeteyi ve sinema ile edebiyatın ünlülerini ağırlamıyordu kuşkusuz. Politikacılar da küçük siyah masaların müdavimleri arasındaydı. 80’li yılların Fransa Cumhurbaşkanı Mitterand’ın özel bir köşesi bile vardı, yakın dostlarıyla 83 numaralı masasında buluşurdu. Bir başka Cumhurbaşkanı, Sarkozy ise eşi Carla Bruni’yle Fouquet’s’nin yeni açılan butik otel katına konuk olup ödeme yapmadığı için tepkilere maruz kalmıştı.
2017’de ambiansı bozulmadan tamamen yenilenen restoran, 3 Michelin yıldızlı şef Pierre Gagnaire’in danışmanlığıyla menüsünü de zenginleştirmiş, Paris’in 21. Yüzyılda da en gözde mekânlarından biri olacağının işaretlerini vermişti. Ancak 16 Mart günü Şanzelize’deki kalabalığın öfkeli şiddetinden nasibini aldı, molotof kokteylleriyle tenteleri yakılırken, camları ve teras masaları da yerle bir edildi.
İki dünya savaşında bile açık kalan, kıtlık yıllarında sığır kemikleriyle kaynamış patates yemeğiyle de olsa konuklarını ağırlayan Fouquet’s’in şen kahkahalara alışık salonları, şu günlerde sessiz. Ara ara ustaların çekiç takırtıları duyuluyor sadece.
Teknolojinin getirdiği nimetleri insanlığa eşit dağıtamayan, en güzel kentinde bile emekçilerine hayatın ince zevklerini paylaştırmayı bilmeyen, sınıflar arasındaki gelir ve kültür uçurumunu derinleştirdikçe derinleştiren dizginsiz kapitalizm, sonunda kendiyle birlikte uygarlığın Fouquet’s gibi zarif eserlerini de yok edecek noktaya geldi. Bir tabak bearnez soslu bonfilenin 50 avroya yenebildiği Fouquet’s, bir gün asla orada oturamayacağını bilenlerin hıncıyla alevlere büründü.
Fransa’nın büyük düşünürlerinden, Che Guevara’nın da eski yoldaşı Regis Debray, 90’ların başında Doğu Bloku çökerken, “Bundan böyle ne kadar bankacı, borsacı, finansçı ve para simsarı varsa, o kadar da hâkim, savcı, mali polis ve araştırmacı gazeteci olmalıdır… En büyük rakibi sosyalizmden kurtulan kapitalizm dünyayı hoyratça soyacak. Karanlık bir döneme doğru giriyoruz” demişti. Haklı çıktığı görülüyor.