Her şey Türkiye'nin en lüks otelinin genel müdür yardımcısıyla yan yana düştüğümüz bir uçak yolculuğunda başladı. Mesleğinin doruklarındaki otelci ahbabım çok yorgun görünüyordu:
"Vallahi üzerimizden adeta silindir geçti. Şimdi de birkaç günlüğüne dinlenmeye kaçıyorum…"
Anlattığına göre dünya çapında bir zincir olan bu süper lüks otel grubu İsviçreli bir danışmanlık şirketince yıl boyu ayrıntılı olarak denetleniyordu. Şirket otele gizli müşteriler yolluyor, konaklatıyor, yemek yediriyor, hatta sorun çözme kapasitesini ölçmek için yapay krizler bile çıkarıyordu. Çarşafların doğru katlanıp katlanmadığından resepsiyon memurunun yabancı dil bilgisine, menü kartındaki imlâ hatasından klimaların gürültü çıkarıp çıkarmadığına kadar akla hayale gelebilecek her detay kontrol ediliyor, yılın sonunda da dev bir klasör halinde raporlanıyordu. Otel raporu alır almaz birimlerini topluyor, gözlem ve eleştirileri tartışıyor, ona göre çözümlerini üretiyordu. Otelci dostum, "Bizde terfiler ve olası işten çıkarmalar için bile bu raporun gelişi beklenir, o yüzden stresimiz büyüktü" diye ekledi.
Bu sohbetten bir hafta sonra, yeni tanıştığımız bir otel patronuna İsviçreli bu şirketten söz ettim. Ve "Siz de Akdeniz bölgemizin en iddialı otellerinden birini açtınız, diğer otelleriniz de yakın düzeyde. Grup olarak böyle bir denetim hizmeti almayı düşünmez misiniz?" diye sordum. Patronun cevabı şöyle oldu: "İsviçreliler bizim gerçeklerimizden biraz uzak olabilir. Sizin de danışmanlık firmanız var, otelciler, restorancılar, yiyecek-içecek müdürleriyle işbirlikleri yapıyorsunuz. Buna benzer bir katkıyı bize sizler yapsanız?"
Bu yazı 2006 yılındaki bu konuşmadan bu yana serüvenine yakından tanık olduğumuz, gizli müşteri hizmetinden gastronomi danışmanlığına elden geldiğince de katkı verdiğimiz otel grubunun 50. yılı dolayısıyla yazıldı. Ve elbette ki amaç kendimizi anlatmak değil, "haber değeri" bulunan bir yıldönümünü duyurmak, bu vesileyle de turizm dünyamızın perde gerisini biraz aralamak oldu. Yukarıdaki bilgiler de, grubun Türk turizmindeki farklı, özgün çizgisini hissettirebilmek için verildi.
Şu günlerde 50. yılını kutlayan Antalya merkezli Barut Oteller Grubu, Türkiye'nin en büyük yerli sermayeli otel gruplarından. Temeli 1971 yılında Antalya Kalekapısı'nda terzilik yapan ailesi Girit göçmeni Ali Barut tarafından atılmış. Şimdilerde grubun onursal başkanlığını yürüten Ali Bey, terzilikten sonra yine Antalya'da müteahhitliğe atılmış, 60'lı yılların sonunda ise turizmin geleceğini görüp doğduğu Side'ye dönmüş. Pansiyonculuğuyla bilinen sevimli kasabanın deniz kıyısındaki ilk turistik tesisi olan Cennet Otel'i açmış. İflâh olmaz sporculuğu ve 80'leri aşan yaşına rağmen dinçliğiyle tanıyanları imrendiren Ali Barut, bu süreçte pek çok ilke imza atmış. Side kıyısına ilk palmiyeleri de o dikmiş, su kayağı ve rüzgâr sörfü gibi su sporlarını da bölgeye ilk o getirmiş. Tesisine müdavim olan Almanlarla, İsviçrelilerle dost olmuş, ülkelerine gidip kayak yapmış, dünyayı gezerek vizyonunu arttırmış. Daha da önemlisi, üç oğlunu da turizmci olarak yetiştirerek grubun geleceğini garanti altına almış. Haydar, Ahmet ve Levent Barut kardeşler iyi eğitimler aldıkları gibi resepsiyonlardan başlayıp her kademede çalışarak turizm dünyasında çekirdekten yetişmişler.
Grup bugün geldiği noktada Side, Antalya, Kemer ve Fethiye'de 13 oteliyle 10 bin yatak kapasitesine sahip, 3 bin 500 kişi istihdam ediyor. Antalya'nın merkezindeki Akra Hotel, grubun tek şehir oteli ve "Urban Social" adında özgün bir konsept uyguluyor. Akra Talks'larda ülkenin önde gelen kültür ve sanat insanlarını ağırlayarak kentilerle buluşturuyor, uluslararası boyuttaki caz ve -Türkiye'de bir ilk olan- meze festivallerine ev sahipliği yapıyor, bir rezidansının altındaki "Başka Ol" adlı kitaplı kahveyle de Antalya'ya farklı bir kültür mekânı sunuyor.
"Resort" tarzındaki diğer oteller de "Her şey dahil" sisteminde olmalarına rağmen bu sistemin olumsuz taraflarından kaçınıyor, olabildiğince butik hizmet vermeye çalışıyor. Lobilerde görkemli avizeler, boydan boya dev halılar, bolca gümüş ve kristalle yaratılan yorucu lüks yerine, minimalist "sade lüks"ü tercih ediyor Barut Grubu. Grubun en büyük oteli Lara Barut Collection başta olmak üzere her bir otelin kâh duvarında, kâh avlusunda rastlanan orijinal resim, heykel ve enstalasyonlar da cabası.
Gruptaki doğa tutkusu da kurucu Ali Barut'tan gelen adeta genetik bir özellik. Oteller yasal sınırın izin verdiği yoğunluğun altında yapılıyor, böylece konuk başına düşen yeşil alan artıyor. Botanik profesörlerinin otellerdeki onlarca çeşit ağaç ve bitkiyi inceleyip müşteriler için farklı dillerde birer kitapçığını hazırlaması da, doğa dostluğunun bir uzantısı.
"Yıllarca yurtdışındaki önemli turizm kongrelerine çağrıldık, 'Fiyat-kalite dengesi en iyi otel' ödülleri aldık. Bunları da otellerin en görünür yerlerinde sergiledik. Derken bir gün fark ettim ki aslında bizi ucuza kapatıyorlar. Ve ağzımıza bir parmak bal çalar gibi bu ödülleri veriyorlar. Yöneticileri topladım, 'Arkadaşlar bu ödüllere sevinmeyelim, çıtamızı daha da yukarı çekelim. Otelleri öyle bir çizgiye çıkaralım ki bir daha bu ödülleri bize veremesinler' dedim…"
Patronlarından dinlediğim bu sözler, grubun yönelimin de ortaya koyuyor. Turgut Özal'ın verdiği ilk turizm teşviklerinden bu yana yaklaşık 40 yıldır adım adım izlediğim Türk turizminin genel çizgisi ise çok farklı. Pek çok yatırımcı büyük iddialarla muazzam binalar yapıyor, içlerini en lüks şekilde döşüyor, deyim yerindeyse "eli yüksek açıyor". Ama uzun soluklu bir mücadele olan turizmde beklediği hızda geri dönüş alamayınca, rekabeti fiyat kırmakta buluyor. Bu defa kâr edebilmek için maliyetten kısıyor, personelde ikinci sınıfa iniyor, malzemeden çalacak çeşitli hilelere başvuruyor. Orijinal şişelerde taklit ya da "muadil" içkiler, kırmızı et diye sunulan soslanmış hindi etleri, zaten ucuza alınan dökme şaraba bir de su katma hileleri, hep bu kısır döngünün sonuçları. Kalite düştükçe fiyat daha da düşüyor, iş batma noktasına kadar gidiyor.
Barut'çuların çizgisi ise tam ters yönde. Her yıl otellerde birkaç reform yapıyor, bunu da azar azar yükselttikleri fiyatlarına yansıtıyorlar. Türkiye'nin hemen tüm kalburüstü şaraplarını restoranlarında "ekstra" olarak bulunduruyor, market fiyatına sunuyorlar mesela. Nedenini de "Her şey dahil sisteminde konuğun zaten bedelsiz bir şarap hakkı var. Ekstra şarap ısmarlayan o bedelsiz şarabı içmediği için zaten tesis kâr ediyor, biz de o marj sayesinde yüksek kalite şarabı uygun fiyata açarak müşteri memnuniyetini arttırıyoruz" diye açıklıyorlar.
Güney sahillerimizde personel devamlılığının en uzun olduğu grupta belirgin bir kusuru olmadıkça kimse işten çıkarılmıyor, pandemi gibi zorunlu süreçlerde bile maaşlar ödeniyor. Büyük çoğunluğu en az 10 yıllık personele yatırım açısından yapılan son reform, bazı otellerdeki personel yemekhanelerinin "Personel Bistro"ya dönüştürülmesi. Oteldeki restoranların dekorasyonundaki bu modern mekânlarda müşterilerine verilen yemekler çalışanlara da büfe usulü sunuluyor, personel de kendini tıpkı müşteri gibi özel hissediyor. Uygulama ABD'deki Auburn ve Güney Florida Üniversiteleri'nde akademik bir araştırmaya konu oluyor, çalışanların artan mutluluklarının müşterilere yansıması ve kârlılığa etkileri anketler ve rakamsal tablolarla saptanıyor. Araştırma, "Yaygın inancın aksine maddî teşvikler tek veya asıl motivasyon kaynağı değildir. İnsanları motive etmenin en iyi yolu, onlara insan muamelesi yapmaktır'' sözleriyle son buluyor…
,Grubun –Türk turizminin çatı örgütlerinden birinin başkanlığını da uzun yıllar yapan- patronlarından birinin bir sohbetimizdeki şu sözleri ise yarım asırda gelinen yere göre hayli alçakgönüllü bir tavrı yansıtıyor: "Her şeyi de biliyoruz sanmayalım. Bu kadar yıllık otelciyim ama otelciliği öğrenebileceğim biri varsa öğretsin, memnun olurum…"
Aydın -ve reklamı pek sevmeyen- patronların liderliğindeki bu "bilenlerin bildiği" turizm grubumuzun nice 50 yıllarına…