4 Nisan Pazartesi akşamı İskoçya’nın Highlands bölgesindeki Blair Şatosu’nun avlusu görülmeye değerdi. Geçmişi 1269 yılına kadar giden şatonun giriş kapısının önünde bir manga geleneksel giysili “asker” sağlı sollu dizilmiş, ortadaki kırmızı halıdan geçen konukları selâmlıyordu. Gaydalar çalıyor, “kilt” denilen ekose etekli beyler ve giysilerini ekose desenli şallarla süslemiş hanımlar ağır adımlarla şatoya giriyordu.
Yılda bir kez yapılan tören, Keepers of the Quaich (Viski Çanağı Koruyucuları) derneğinin üyeliğe kabul töreniydi. 1988’de İskoç viskisinin en önde gelen firmalarınca kurulan ve üye sayısı 2 bin 800’ü bulan dernek, aralarında dört Türk’ün de bulunduğu 43 yeni üyeyi bünyesine katacaktı. Benimle birlikte Türkiye’den viski eğitmeni Oğul Türkkan, Pernod Ricard Türkiye Pazarlama Müdürü Deste Durmuş ve viski blogger’ı Burkay Adalığ da üye olacaktı.
Şatonun fuayesindeki kokteylin ve kabul seremonisinin ardından tüm yeni üyeler yaka madalyonları ile birlikte gümüşten viski çanaklarını da teslim aldılar, kara kaplı deftere imzalarını atıp anı fotoğraflarını çektirdiler. Ardından, yıllar boyu yörede avlanmış geyiklerin boynuzlarının süslediği balo salonunda yemeğe geçildi. 200’ü aşkın konuğun büyük bölümü, İskoç viski firmalarının tepe yöneticileri, farklı ülke distribütörleri, harmancıları ve damıtımcılarıydı. Konuklar arasındaki Lord, Dük ve Earl sıfatlı soyluların ayrı bir saygı gördüğü de dikkatten kaçmıyordu.
Prens Charles, Prenses Anne, İngiliz İç İstihbarat Servisi MI5’ın efsane Müdürü Stella Rimington, ABD’nin eski Başkanı Ronald Reagan ve Monako Prensi Albert’in de onursal üyeleri arasında olduğu derneğin o geceki baş konuğu ise Kraliçe tarafından Edinburgh Kalesi Valiliği’ne atanan Tümgeneral Alastair Bruce’dü. Britanya İmparatorluk Nişanı (OBE) sahibi Bruce’e geleceğin başbakan adayı gözüyle bakılıyordu.
Nutuklar nutukları, törenler törenleri izledi, İskoçya ırmaklarının yabanî somonlarıyla başlayıp yaylalarının geyik etleriyle devam eden ziyafet boyunca viskiler su gibi aktı, İskoç halk ve klasik müziklerinden örnekler de sunuldu. Hindistan’dan Güney Afrika’ya, Hollanda’dan Brezilya’ya dünyanın dört yanından gelen konuklarla, adeta İskoç viskisinin bir dünya zirvesi yaşanıyordu.
Lüks ve şaşaa içinde şövalyelik seremonilerine konu olan bu içki, kökeninde ise bir yoksul köylü içkisiydi. Hakkındaki ilk belge 1494 yılında tutulan bir cenaze defteriydi, Papaz John Corr masraf listesine ölenin anısına içilecek viskiyi yaptığı 508 kilo maltı da yazmıştı.
O dönemlerin İskoçya’sında halk “klan” denilen aşiretler halinde yaşıyor, kuzeyin sert doğasının koynunda ıssız yörelerde oturuyor, ağırlıkla hayvancılıkla geçiniyordu. Doktorun ve ilacın kıt olduğu, antibiyotiğin de henüz icad edilmediği o yıllarda köylülerin arpadan damıttıkları yüksek alkollü içki üşüyenleri ısıtıyor, hastaların mikrobunu kırıyor, zor şartlarda insana dayanma gücü ve yaşama sevinci aşılıyordu. Adı da o yüzden İskoçların ana dili Keltçe’de “Hayat Suyu” anlamına gelen “Uisge Beatha”ydı. Bu uzun Keltçe isim zamanla “Uisge”ye, giderek de “Whisky”ye dönüşmüştü.
İskoçlar bu geleneksel içkilerini asırlarca ahırların, ağıl ya da samanlıkların kuytu köşelerinde damıtmışlar, İngiltere’nin üzerlerine saldığı vergi memurlarını atlatıp kaçak üretmişlerdi. Londra’daki cin baronlarının lobisi, verginin makul oranlara inmesini engelliyordu.
Derken 1823’te Kral George vergileri büyük oranda indirmiş, böylece İskoç viskisi yasallaşarak kayıt altına girmişti. 1831’de sanayi tipi tahıl viskisinin icadı ve ardından da geleneksel malt viski ile harmanlanması, “ölçek ekonomisi” yaratarak viskinin önünü iyice açmıştı.
Britanya adasının sakinleri denizci insanlardı ve bu da viskinin dünyaya yayılmasını sağlamıştı. Johnnie Walker viskisini kuran John Walker’ın oğlu Alexander 1800’lerin ortalarında ofisini Glasgow’a taşıdı ve gemi kaptanlarını ziyaret ederek onlara her sefer öncesinde birer sandık viski armağan etti. Böylece normalde rom içen gemiciler, yavaş yavaş viskiye alıştı. Bir süre sonra hediye sandıkların sayısı ikiye çıktı. “Sağol Alex ama sana ödeme yapamadığımız için mahcubuz, bu biraz fazla oluyor” diyen kaptanlara, Alexander Walker’ın cevabı şöyleydi:
“Bu ikinci sandıklar size değil, gittiğiniz yerlerdeki muhataplarınıza…”
Böylece viski Bombay’dan Hong Kong’a, Marsilya’dan Cakarta’ya dünya limanlarına ulaştı, oralarda tanınmaya, sevilmeye başlandı. Üçüncü sandıkların hediyesine gerek kalmadan, kaptanlar Walker’ın ofisine doluşmaya başladı: “Alex, içkini hediye ettiklerimiz pek sevdiler, satmak için istediler… Sandığını bize kaça bırakırsın?”
Viski böylelikle 20. yüzyılın başlarında tüm dünyada satılan “küresel” bir ürün oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun gayrımüslimlerin yoğun olduğu İstanbul ve İzmir gibi şehirlerinde bile içiliyor, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da Çankaya Köşkü ve Ankara Palas gibi başkentin seçkin mekânlarında yudumlanıyordu.
Birinci Dünya Savaşı öncesinin ekonomik yükseliş yıllarında ABD de çok önemli bir viski pazarı oldu, Buckingham Sarayı’nın viski tedarikçilerinden Chivas Kardeşler New York ve Şikago sosyetesi için zamanın en yaşlı harmanı olarak 25 yıllık Chivas Regal’i bile çıkardı.
Önce dünyayı ateşe atan büyük savaş, ardından 1929 büyük buhranı ve İkinci Dünya Savaşı’nın art arda gelen karanlık yılları bile, bu içkinin önünü kesemedi. Kendisi de sıkı bir viski tutkunu olan İngiltere Başbakanı Churchill, orduya peksimet yapımı için el konulan arpalardan viskicilere de biraz ayrılmasını emrediyor, “Yeter ki imbikler susmasın” diyordu.
İmbikler susmadı da… Ama krizler de bitmek bilmiyordu. 1970’lerde petrol fiyatlarının tavan yapması batı ekonomilerini sarsarak viskiye talebi azalttı. Bir yandan da viski “emperyalizmin sembolü” gibi görülüyor, viski içmek egemenlerin bir ayrıcalığı olarak karikatürize ediliyordu. Bu dönemde dağlar gibi fıçılar dolusu viski stoku birikti ama bu kriz de 90’lı yılların “Premium viski” modasıyla atlatıldı.
İşte “şövalyeleri” arasına katıldığım İskoç viskisi bu serüvenlerden geçti. Bugün de ezelî rakibi İrlanda’nın, farklı tip viskilerini güzelleştiren ABD’nin, butik viskileriyle saygınlığını arttıran Japonya’nın rekabetine karşı koyuyor. Değişik fıçılarda yaptığı lezzet deneyleri, yapay zekânın devreye girdiği yüksek teknolojili yeni damıtımevleri, viskinin yarı alkolüne sahip “viskimsi” yeni içkiler ve iddialı viskilerle yapılan yeni kuşak kokteyllerle kendini güncelliyor, şapkasından yeni tavşanlar çıkarıyor. Bir zamanların maskülen içkisini “feminize” ediyor, üretimde kadınları görevlendirirken kadınların hoşuna gidecek yumuşak, hafif ve dişil imajlı viskiler çıkarıyor. Dünyanın yeni devi olmaya Çin mi aday; Chivas’ın yaptığı gibi 150 milyon dolar yatırımla Çin’de bir damıtımevi kuruyor, potansiyel rakibini de kendine bağlıyor. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 10 ülkeyi “hedef pazar” ilan ediyor, bu ülkelerin içki konusundaki kanaat önderlerini üyelikle onurlandırarak o pazarlarla ilişkisini ısıtıyor.
Ve sık sık “Sadede gelelim” anlamında “Biftek nerede?” diye soran İngilizlerin sorusundaki gibi bifteği büyütüyor, İskoç viskisi son üç yıldır üretim ve tüketim rekorları kırıyor…
1600’lerde yaşamış Evliya Çelebi’nin eserlerinde bile adı geçen, tıpkı viski gibi en az 500 yıllık tarihi olan rakıyı bırakın dünyaya açmayı, ona küçük bir müze bile yapamamış biz Türkler’in bu öyküden alacağı dersler olduğu kesin…