Toplumumuzun trafik konusundaki kolektif bilinçaltını, günlük hayattaki deyişlerde görebiliriz. "Altına araba çekmek" mesela, sınıf atlamaktır bir nevi... "Yaya kalmak" ise tam bir başarısızlık!.. Hatta Türk Dil Kurumu sözlüğünde "yaya"nın bir anlamı da "gelişememiş kimse"dir. Hal böyleyken, ülkemizde sürücülerin nasıl cüret edip kaldırıma park edebildikleri de; yaya geçidi görünce bırakın yavaşlamayı, aksine iyice gaza basmaları da anlaşılabilir! Çünkü bizde insan değil "araç" önceliklidir.
Bir batı ülkesine ilk kez giden vatandaşımızın, en çok trafiğin işleyişine hayret etmesi de aynı nedenledir. Çünkü orada üstünlük araçta değil, insandadır. Örneğin adı üstünde, yaya yolu olarak inşa edilen "yaya geçitleri"nde, öncelik gerçekten de yayalarındır! Tuhaftır ki (!) otomobiller, yaya geçidi görür görmez yavaşlamakta veya durmaktadırlar! Üstelik bir lütuf ya da nezaket diye değil, açık ve net bir kural olduğu için yapmaktadırlar bunu...
Daha da fenası otomobil, ülkemizde kendisine "taşıt" olarak atfedilen değerin ötesinde, bir erkeklik göstergesidir! Erkek çocukların daha küçücükken babalarının kucağında direksiyona geçirildiği; "yetişkin erkek"liğin sürücülükle ilişkilendirildiği alandır otomobil. Çoğu kimse için "gerçek erkekliğe" adım atmak, ancak 18 yaşına gelip ehliyet alınca ve kendi otomobiliyle trafiğe çıkınca mümkün olacaktır. Tıpkı babası gibi!..
Bu yolla otomobil, erkeğin "prestij alameti"ne dönüşür. "En iyi otomobilin en güzel kızı tavlayacağı" öğretilir ergenlikte! Zengin erkeğin sürekli otomobil yenileyeceği, parası olmayanın oto sanayiye gidip Murat 131'e "bağıran egzoz" taktıracağı döngü böylece başlar.
Bunun en güzel örneğini, Tunç Okan'ın 1992 yapımı "Sarı Mercedes - Mercedes Mon Amour" filminde izleriz. Adalet Ağaoğlu uyarlaması filmde gurbetçi Bayram, bütün birikimini "Balkız" adını verdiği Mercedes otomobile yatırır. İlyas Salman'ın canlandırdığı Bayram'ın statü simgesidir artık Balkız. Köyünde itip kakılan gariban Bayram'ın, "Münhen"de Alman Markı kazanan bir ustabaşı Bayram Bey'e terfisini simgeler. Bu yüzden yolda Balkız'ı sollayan, aslında Bayram'ın bütün varoluşuna üstünlük sağladığı için öfke kaynağıdır. Ve kazara çarpan bir araç, aslında Balkız'ın kaporta boyasını değil, Bayram'ın "parlak imajını" kazımaktadır.
Otomobiller testosteronla çalışırken otoyollar da sadece "otoyol" değil; eril egoların birbirleriyle çatıştığı dikey arenalardır artık! Takip mesafesinin, emniyet şeridinin hiçe sayıldığı, sonsuz bir özgüvenle sürücülerin birbirine "makas attığı" bir can pazarıdır. İş yerinde patronundan fırça yiyen, eşiyle cinsel sorunlar yaşayan kişilerin, "erkekliklerini" yeniden tesis ve tescil ettirecekleri bir kamusal zemindir aynı zamanda... Yani boşuna değildir Youtube'da "Türkiye", "trafik" ve "kavga" araması yaptığımızda sayısız videonun çıkması karşımıza!.. O "erkeklik içgüdüsü"dür ki, sıradan bir kavşak önceliği tartışmasını bile, tekmeli yumruklu bir "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?!" kavgasına dönüştürebilir.
Tablo böyleyken, adeta "doğa yasaları" kadar kesinlik arz eden trafik kurallarından bu denli uzak olmamız, sonunda İçişleri Bakanlığı'nı harekete geçirdi! 2019'u "Yaya Öncelikli Trafik Yılı" ilan eden bakanlık, hafta içi 81 ilde "Öncelik hayatın, öncelik yayanın" sloganıyla, bir bilinçlendirme kampanyası başlattı. Yani zaten yıllardır yasada olan bir suç, artık devlet tarafından da "suç" ilan edildi!
Hiç yoktan iyidir, geç olsun güç olmasın denilebilir elbette. Ancak özgürlüğü "sınırsız serbestlik" olarak algılayan ve trafikte kuralsızlığı benimsemiş toplumumuzda; birkaç kamu spotu, yaya geçidinde yapılan davullu zurnalı gösteriler ve devletten cep telefonumuza gelen "Yayalara öncelik tanıyalım!" SMS'iyle işler hemen yoluna konabilir mi?
Hele ki ekonomik krizle birlikte, trafik cezalarının adalet sağlansın diye değil, devletin kasasına katkı olsun diye kesildiği dedikoduları ortada dolaşırken?!..
Yüzde 60'ı hiç kitap okumayan bir ülkede, bu çok kolay görünmüyor. Kaldı ki bütün sürücüler bir sabah uyanıp "Biz yanlış yapmışız, artık yayalara yol verelim!" deseler bile, kent yapımız buna ne kadar müsait? Özellikle İstanbul'un, nüfusu milyonları aşan ilçelerinde, her yaya geçidinde yavaşlarsanız işe yetişmeniz pek mümkün olmayabilir! Ki saniyelerin değerli olduğu "megapol" keşmekeşinde, dolmuşçuların, minibüsçülerin ve acil (!) yemek servisi yapan moto kuryelerin yayalara yol vermesi, herhalde rüyada bile hayra yorulacak bir sahne değildir!
O halde sürücülerimizi er ya da geç bu kurallara nasıl alıştıracağız? Sırf "Polis görürse ceza yazar!" korkusu yeterli midir? Cevabın "hayır" olduğunu, Almanya'da yaşayan manevi oğlumu okula götürürken fark etmiştim. Henüz 6 yaşındaydı ama Köln'ün merkezinde kaykayıyla (evet kaykayıyla!) nasıl gitmesi, nerede durması gerektiğini biliyordu. Ve yürürken hissettiğimiz güven duygusunun bir diğer sigortası, daha biz yaya geçidine yaklaşırken duran şoförlerdi. Zira onlar, kullanmakta oldukları "şey"in bir araç olduğunu, birazdan o araçtan inince kendilerinin de "yaya kalacaklarını" ve o sırada kendi çocuklarının da kaykayla okula gitmekte olduğunu asla unutmuyorlardı!..