Öncelikle açık olalım. "Uluslaşma" her ne kadar burjuva devrimleri ve aydınlanma hareketleriyle iç içe bir kavram da olsa "milliyetçilik", günümüzde genel olarak toplumların cahil kesimlerine hitap eder. Hayatta herhangi bir önemi, hedefi olmadığını hisseden kitleler, bir ulus ve bayrakla bütünleşerek onun "azameti"nden pay almaya çalışırlar. Dünyanın en özel ve güzel milleti kendi milletleri olduğu için, haliyle kendileri de şimdi özel ve güzeldirler. Tıpkı takım tutmak ya da bir dine sıkı sıkı bağlanmak gibidir buradaki psikolojik işleyiş.
Ama elbette tüm milliyetçilerin cahil olmaları gerekmez. İyi eğitim almış ama mutsuz, umutsuz halk kitleleri de milliyetçiliğe açıktırlar.
Hayatı gayet iyi gitse dahi, dünyaya kapalı olma, "öteki"ne karşı şüphe duyma gibi etkenlerle, en pırıl pırıl insanlar bile milliyetçiliğe meyledebilirler. Hele bizim ülkedeki gibi, Sèvres (Sevr) fobisiyle, "Herkes Türkiye'yi bölmek istiyor" diye yetiştirilmişlerse!..
İşte o geniş kitleler, hafta boyunca Twitter'ın altını üstüne getirdiler! "Barış Pınarı" adı verilen Suriye operasyonunun başlamasıyla sanal komandoların (!) aynı adlı "hashtag"i açması bir oldu. Etiketin altında tanklar, özel birlikler ve tabii ille de bayrak paylaşılıyor, "Rabbim yar ve yardımcınız olsun" nidaları "Vur, Türklük aşkına vur"lu Abdurrahim Karakoç dizelerine karışıyordu. Her Türk'ün asker doğduğunu biliyorduk ama bizim "ordusu olan bir millet" değil, "milleti olan bir ordu" olduğumuzu da Twitter sayesinde öğreniyorduk!
Gencecik insanları "Ayağınıza taş değmesin" dilekleriyle cepheye yolcu ederken, adını ister "operasyon", ister "harekât", ister "savaş" koyalım; işin ucunda ölmek ve öldürmenin olduğunu unutuyorduk.
Gerçekten de riskli işti askerlik... Her ne kadar artık profesyonelleştiyse de; yani bilinçli seçilen bir meslek haline geldiyse de insanların bir can pazarında olduğu gerçeği değişmiyordu.
Azınlıkta kalsa da "SavaşaHayır" etiketi açanlar, ısrarla savaşın anlamsızlığını vurguluyor ve anında "vatan haini" ya da "terörist" diye damgalanıyordu. Twitter'ın "gündem" savaşında maalesef argüman değil, hamaset üretenlerin sesi daha gür çıkıyordu.
Tabii ki sıcacık evimizde, klavye başında oturup yazmak da, "Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi // Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi" diye mısralar paylaşmak da çok kolaydı. Neticede havan topları ve şarapnel parçaları bizim başımıza yağmıyordu! Peki, hiç savaş filmi de mi izlememiştik? Dalton Trumbo'nun 1971 yapımı "Johnny Got His Gun"da örneğin, hastanede yatan; bacaklarını, kollarını, gözlerini, sesini, kısacası her şeyini kaybettiğini peyderpey fark eden ama bir türlü ölemeyen askerin çaresizliği, tüm insanlığın çaresizliği değil miydi?
Hem savaştan tek etkilenen askerler de değildi. Roberto Rosselini'nin "Germania anno zero"sunda (1948), savaş sonrası Berlin'de bir kutu konserve uğruna bedenini satan insanlar görüyorduk. Ya "Unter sandet"te (Martin Zandvliet'2015) babalarının döşediği mayınları çıplak elle toplamak zorunda kalan "savaş esiri" Alman çocukların hikâyesine ne diyecektik?
Bir şey dememiz gerekmiyor. Neticede 2. Dünya Savaşı geride kaldı. Ama yeryüzünde savaşlar hâlâ, "Tüm savaşları bitirecek son savaş"mışcasına desteklenmeye devam ediyor.
Tek farkla... Artık "milliyetçi ruh" meydanlarda ve statlarda değil, ekran başında tesis ediliyor.
İnsanların artık Hitler belgesellerindeki gibi bedenen bir araya gelmesine, görkemli kalabalıklar oluşturmasına gerek kalmadı. Şimdi Twitter'da "hashtag"lerle birleşiliyor, dosta güven, düşmana korku salınıyor!
Yine de 2. Dünya Savaşı, bize sessizce bir şey anlatıyor. Aradan geçen 74 senede, savaş yanlısı milyonların isimleri silindi gitti. Oysa adanmış bir kalabalığın arasında Nazi selamı vermeyen tek kişi, August Landmesser'in fotoğrafı, bugün elden ele dolaşarak ölümsüzleşiyor.
Ve öğrenciler arasında "Die Weiße Rose" (Beyaz Gül) adlı anti-Nazi hareketi örgütleyen, 22 yaşında tutuklanıp apar topar idam edilen Sophie Scholl, bugün anısına filmler çekilen bir kahraman olmaya devam ediyor.