Türkiye'nin "televizüel" tarihi, 1990'ların başında büyük devrimlere sahne oldu. Çanak antenin ortaya çıktığı o yıllarda ülkenin birçok ili, belediyelerin başlattığı uydu yayınları sayesinde SAT 1, RAI 1 ve Eurosport gibi Avrupa'nın önemli kanallarıyla tanışacaktı. Evet, yanlış okumadınız; bizzat belediyeler sayesinde açılıyorduk dünyaya... İnsanların antenleri ayarlayabilmek uğruna çatılardan uçtuğu yıllardı ve bir nesil, RTL'nin "erotik" filmlerini karıncalı da olsa izleyebilmek için gözlerini bozmaya dünden razıydı!..
Aynı yıllarda ülkenin ilk özel kanalı Star 1, büyük tartışmalar eşliğinde yayın hayatına başlıyordu. Star 1'in "erotizm" dozu, Yasemin Evcim'in "Gece Jimnastiği"nden ibaretti ama o bile, yılbaşında TRT'nin çıkaracağı dansözü 364 gün bekleyen bir toplum için çarpıcıydı. Bize en uygun ahlakı belirlemekle yükümlü "devlet baba"nın otoritesi yavaş yavaş sarsılıyordu.
İşin ironik yanı, bu otoriteyi sarsan kişinin yalnız Star 1'i kuran Cem Uzan değil, aynı zamanda ortağı Ahmet Özal, yani bizzat dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın oğlu olmasıydı! Ülkemize erotizm lazımsa, onu da bir anlamda "devlet baba" getiriyordu! Bu "özgürlük" ortamında doğan Show TV, Almanya'nın ünlü striptiz yarışması "Tutti Frutti"yi yayınlayarak çıtayı yükseltecek ve hatta erotizm kuşağıyla "kırmızı noktalı film" kavramını hayatımıza sokacaktı. Sistem basit çalışıyordu. Ekranda kırmızı nokta görürsek orada çıplak insanlara ve sevişme sahnelerine rastlayabilirdik. Bu durumda kanalı değiştirmek bizim elimizdeydi. 1993'te kurulan Cine5, işi daha da kolay hale getirmiş, Türkiye'nin ilk ücretli / şifreli yayını ile erotik filmleri tamamen yetişkinlerin iradesine teslim etmişti. Ama "devlet baba" boş duramazdı ki... Derhal otoritesini göstermeli, "başıbozukluk" olarak gördüğü bu duruma son vermeliydi. Böylece 1994'te, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) hayatımıza girecekti.
Özgürlükler devri, sadece dört yıl sürebilmişti. Artık "devlet baba"nın sopası, özel kanalların da üzerindeydi. Buna karşılık Levent Kırca'nın çıkıp dilediği siyasetçiyi hicvettiği, açık oturumlarda iktidarın yerden yere vurulabildiği ve bir "merkez medya"nın yanı sıra farklı ideolojilerin sesini duyurabildiği bir ortamda, "bürokrat elit"in kontrolündeki RTÜK "tali" bir meseleydi. Ta ki 2002'de "devlet baba"nın sopası el değiştirip AKP'ye geçene dek!.. Halkın ahlakını korumak, bundan böyle kendini "muhafazakâr" gören bir partinin vazifesiydi. Kemal Sunal'ın tatlı küfürlerinin "bip"lendiği, dizilerde rakının "buzlandığı"; belgesellerde "evrim"in, "domuz gribi" haberinde "domuz" kelimesinin sansürleneceği karanlık bir çağ başlıyordu yavaş yavaş... "Muhafazakârlık" fili, "demokrasi" adlı züccaciye dükkanına girmişti.
2010'dan sonrası, kendi varoş kültürünü ülke sathına yaymaya kalkan "yeni devlet baba"nın gemi azıya aldığı yıllar olacaktı. Tek bir içerik yüzünden koskoca Wikipedia yasaklanacaktı. Mahkemeler, futbol bahis sitelerinden beğenmedikleri internet gazetelerine kadar her şeye "erişim engeli" getiriyor, interneti Kuzey Kore seviyesine çekmek için soluksuz çalışıyorlardı. Gerektiğinde sosyal medyanın devlet eliyle yavaşlatıldığı, hatta kapatıldığı bir ülke olmuştuk.
Ama bu da yetmezdi. Şimdi bir de Netflix'ler, BluTV'ler çıkmış, internet yayınıyla para kazanıyorlardı. Yabancı basın kuruluşları sansürsüz yayın yapıyor, Youtuber'lar diledikleri videoyla geniş kitlelere ulaşıyorlardı. Eyvah!.. 1990'ların başına mı dönüyorduk yoksa?.. O halde eski çözümü, 1994 model RTÜK'ü tekrar devreye sokabilirdik!
Ve öyle de yaptık!.. Bu hafta itibarıyla internet yayıncılığı, adında "internet" bile geçmeyen RTÜK'ün "denetimi"ne giriyor. Ve şimdi herkes, para ödeyip izlediği dizilerin, bizzat yayıncısı olduğu kanalların akıbetini merak ediyor. "Eşcinselliğe özendiriyor" diye (!) kınanan Netflix'ten evinin balkonunu canlı yayınlayan amatör Youtuber'a kadar herkes, 100 bin liracık ödeyip lisans alsa bile "devlet baba"nın insafına mahkûm artık...
Foucault'ya göre hapishane, evimizi terk ettiğimiz an, hatta daha da ötesinde başlar. Giderek çağın gerçeklerinden kopan, vasıfsız, kalitesiz bir yönetim anlayışı şimdi salonumuza, bilgisayarımıza ve cep telefonlarımıza da hükmetmek istiyor. Bu anlayışın antitezi olmaya çalışan Ekrem İmamoğlu'nun neden ilk olarak "Herkes konuşacak, kimse korkmayacak!" sloganını öne çıkardığı böylece daha net anlaşılıyor.
Aldous Huxley'in "Cesur Yeni Dünya"sında bile iktidar, insanları uyutabilmek için bir tür mutluluk hapı olan "soma"ya ihtiyaç duyardı. Mutluluğa topyekûn savaş açan iktidarların toplumları bir "distopya"ya dahi götüremeyeceği aşikâr değil mi?