Şu ana kadarki verilerin IŞİD’ı işaret ettiği Ankara saldırısı bize şu basit gerçeği gösterdi: Devlet şu aralar kendi güvenliği ile o kadar meşgul ki vatandaşının güvenliğini ıskalayabiliyor. Bu nedenle Türkiye giderek belirginleşen IŞİD tehdidine karşı acilen güvenlik mimarisini gözden geçirmeli. Çünkü IŞİD ‘devleti’ değil açık toplumsal fay hatları ve sinir uçları üzerinden doğrudan ‘insanı’ hedef alıyor. O halde önümüzdeki dönemde sormamız gereken temel soru şu olacak: ‘Kimin güvenliği öncelikli?’
10 Ekim 2015 Cumartesi günü Türkiye’nin başkenti Ankara’nın en işlek yerlerinden biri olan tarihi Tren Garının önünde insan kaybı açısından Türkiye’nin en büyük terör eylemi yaşandı. İşçi sendikaları ve meslek kuruluşları ile HDP öncülüğünde düzenlenen ‘Emek, Barış ve Demokrasi Mitingine’ katılmak üzere Tren Garı önünde toplanana insanlar arasında 3 saniye arayla yaklaşık 50 m. mesafede iki ayrı canlı bomba üzerlerindeki intihar yeleklerini patlattı. Her iki intihar saldırganı üzerlerinde RDX ile güçlendirilmiş TNT bulunan ve parça tesirini arttırmak için çelik bilyeler eklenmiş yaklaşık 10-15 kg.lık intihar yeleği taşıyordu. Hem planlama (eylem cinsi, hedef seçimi, zamanlama, yer, düzenek hazırlığı) ve hem de icra açısından sofistike diyebileceğimiz bu ikili patlamanın bilançosu çok ağır oldu. Eylemde en son verilere göre 97 insanımız hayatını kaybetti ve 65’i ağır olmak üzere toplam 160 insanımızın halen hastanelerde tedavi görüyor.
Ben bu yazımda ‘Bu saldırı kimin işine yaradı?’ sorusu üzerinden zihinlere doğrudan veya dolaylı bir ‘fail’ dayatmak yerine tartışmayı daha önemli bir zemine çekmek isterim. Tezim net: Ankara saldırısı bize aslında şu çıplak gerçeği gösterdi: Devlet şu aralar kendi güvenliği ile o kadar meşgul ki vatandaşının güvenliğini ıskalayabiliyor. Tam da bu nedenle Türkiye giderek belirginleşen IŞID tehdidine karşı acilen güvenlik mimarisini gözden geçirmeli. Çünkü IŞID, devleti değil doğrudan toplumsal (mezhepsel, etnik ve sosyo-ekonomik) sinir uçları üzerinden insanı hedef alıyor. O halde önümüzdeki dönemde Türkiye’de sormamız gereken asıl soru ‘Kimin güvenliği öncelikli?’ olacak.
Güvenlik çalışmaları 2 temel soru ile başlar:
Kimin güvenliği esastır? Kimin güvenliğinin esas olduğuna kim karar veriyor?
Türkiye’de geleneksel anlamda her iki sorunun da cevabı ‘Devlet’tir. Güvenliğin dizaynı da ‘devletin bireyin saldırılarına karşı güvenliğini’ esas alacak şekilde yapılmıştır. Daha da önemlisi Türkiye’de ‘Kim için ve ne kadar güvenlik sorusuna kim karar verir?’ sorusunun muhatabı da devlettir. Kısaca şu an Türkiye’de hakim geleneksel güvenlik paradigmasında devlet kendini toplumdan ve bireyden korumak için güvenliği tasarlar ve ‘ulusal güvenlik’ adına hiç bir denetim ve hesap verme mekanizmasının baskısını hissetmeden aldığı kararları uygular.
Her ne kadar AKP ilk iki döneminde bu geleneksel paradigmayı sorgulayan ve okların yönünü ‘devletten insana’ yönelten bir reform sürecine yönelse de son yıllarda ve de özellikle 20 Temmuz sonrası çatışma döneminde tam da bu geleneksel güvenlik paradigması mirası üzerine oturdu. ‘Giderek devletleşen AKP’ tezi olarak medyada artık sıklıkla dile getirilen bu tezde AKP (ve de Sayın Cumhurbaşkanı) kendilerine yönelen eleştiri oklarına doğrudan muhatap olmamak için tam da bahsettiğim bu geleneksel güvenlik dizaynının mirasından istifade etmek için ‘devlet’ dediğimiz siyasi yapıyı önlerine alarak ‘devleti vatandaştan korumaya’ programlı geleneksel güvenlik mimarisini daha etkin çalıştırmaya başladılar. PKK ve de özellikle devletin içine sızan ‘Paralel yapı’ ile mücadele için belki de bir dereceye kadar bu gerekiyordu. Çünkü PKK’nın derdi devletin meşruiyetini yıpratmak, ‘Paralel yapının’ derdi ise devletin meşruiyetini ele geçirmek. Kısaca her ikisinin de derdi devletle.
Peki ya IŞID? İşte meselenin ‘püf noktası’ tam da burada. Çünkü hem doğduğu çatışma zeminde (2004-2010 Irak’taki Sünni ağırlıklı Anbar eyaleti) hem de yayıldığı Suriye’de IŞİD’in temel hedefi hiç bir zaman devlet olmamıştır. IŞİD’in temel hedefi kendi devletini kurabilmek için ‘tekfir ettiği’ yani kafir ilan ettiklerini kaçırtmak ve öldürmek, kalanları ise yıldırmak suretiyle steril ve kolay yönetilebilir bir ‘Sünni tebaa’ yaratmak için toplumu dönüştürmek olmuştur. Yani IŞİD’in temel hedefi genelde toplum ama son tahlilde ‘insandır.’ Bu nedenle IŞİD’in Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, Yemen’de, Afganistan’da ve son olarak da Türkiye’deki eylem paternlerine baktığınızda öncelikle bir toplumdaki (köye ve mahalleye kadar) fay hatlarını, açıktaki toplumsal sinir uçlarını çok iyi analiz ettiğini görürsünüz. Bu nedenle mesela IŞID intihar saldırganları devletin kurumlarından ziyade Şii camilere bayram veya Cuma namazı vakti intihar saldırısı düzenlemeyi tercih eder. Veya yakaladığı YPG militanlarını ‘terörist’ oldukları için değil etnik kimliklerini aşağılayarak ‘dinsiz’ oldukları için infaz eder. Kısaca IŞİD’in meselesi devletle değil, insanladır.
İddia ediyorum: IŞID Suruç’taki gibi Ankara saldırısını da üstlenmeyecek? Neden mi? Bunun nedeni kör iç siyasi tartışmalarda aramayın çünkü IŞID son 3-4 aydır Suriye ve Irak’taki hiç bir eylemini de üstlenmiyor. Çünkü saldırıları resmi olarak üstlenmemek IŞİD’in yeni mücadele stratejisinde toplumsal spekülasyonları arttırmak için ve ayrışmaları körüklemek, karşılıklı suçlamalara yol açmak için bu uygulanan bir teknik. Çünkü bu saldırılar IŞID fikriyatına göre IŞİD’in saldırıları değil ‘zaten her Müslümanın Cihad vazifesinin olmazsa olmaz bir parçası.’
Güvenlik planlamasında her şey aslında ‘eldeki yeteneklerin ve kapasitenin mevcut tehditlere hangi öncelik sırası ile ve nasıl dağıtılacağı’ ile başlar. İşte Tarihi Ankara Tren Garı önündeki saldırı 3 km. mesafedeki meclis, 5 km. mesafedeki Beştepe ve 2 km. mesafedeki Başbakanlık için güvenlik alanında bir kapasite ve önceliklendirme sorunudur. Yani acaba siyasi karar alıcılarımız ve devletimizin güvenlik bürokrasisi;
Devletin meşruiyetini sarsmaya çalışan PKK ve ele geçirmeye çalışan ‘paralel yapı’ ile mücadeleyi esas alan devlet güvenliğini mi,
- Doğrudan insana yönelen IŞİD’e karşı insan güvenliğini mi önceliklendirecektir? Şu an karar alıcılar için devletin mi yoksa insanın güvenliğini mi önceliklidir? Şimdi ben Ankara’dan ‘Bu üç tehditle de aynı anda etkin mücadele edebiliriz’ cümlesini duyar gibiyim. O halde bir sonraki aşamada 2 soru sorulması gerekiyor:
1. Devlet bu üçünden hangisini ‘öncelikli tehdit’ olarak görmektedir?
2. Devlet güvenliği ve insan güvenliği gibi farklı paradigmaların dayattığı farklı güvenlik mimarileri aynı anda Türk güvenlik bürokrasisi içinde uygulanabilir mi? Bu durum her üç tehditle aynı anda mücadelede bir kurumsal çatışma, koordine ve eşgüdüm sorunu, daha da önemlisi kapasite eksikliği yaratmaz mı?
Sonuç olarak; Ankara Saldırısı AKP’nin arkasına saklandığı gözüken (veya gerçekten de saklandığı) ‘devleti bireyden korumaya’ odaklı olan bu nedenle insan güvenliğini ıskalayan ‘devlet güvenliği’ paradigmasını sarsmış, hem karar alıcılara ve güvenlik bürokrasisine ve hem de biz sivil topluma bir gerçeği dayatmış görünüyor: Bu yeni dönemde Türkiye’nin temel sorunu devlet güvenliği paradigması ve insan güvenliği paradigması gibi iki farklı ‘karpuzu’ tek koltuğa sığdırmak olacaktır. Sorun hangi karpuzun öne konulacağı sorunudur?