Başlığın biraz provokatif geldiğinin farkındayım ancak bu yazıdaki amacım yaklaşmakta olduğunu gördüğüm bir tehlikeye dikkat çekmek. Ne mi bu tehlike? Özellikle Batı dünyasında başlayan IŞİD korkusunun (IŞİD-fobya) son aylarda toptancı bir yaklaşımla giderek bir Sünni korkusuna (Sünni-fobya) evrildiğini görüyor ve bundan endişe duyuyorum.
“Şu Çılgın Sünniler (Those crazy Sunnis)” ifadesini ilk kez 2008 yılında ABD’de tanınmış bir yüksek lisans enstitüsünde, Amerikalı bir hocamdan duymuştum. ABD’nin 2007 yılında Irak’ın al-Anbar eyaleti içinde “Sünni üçgeni” olarak bilinen Tikrit, Fellüce ve Ramadi şehirlerindeki Sünni ayaklanmayı bastırma amacıyla giriştiği “kuvvet arttırımı (surge)” stratejisinin tartışıldığı dersi hocamız şu sözlerle bitirmişti: “Son yıllarda Şii dünyası düzen, hiyerarşi ve tahmin edilebilirliğin temsilcisi olurken bölgedeki Sünni yapılar deyince akla kaos, anarşi ve çok başlılık geliyor. İşte Irak’ı karıştıran şu çılgın Sünniler de bu yapının ortaya çıkardığı bir sonuç.”
Ne yazık ki Batılı önemli medya kuruluşlarında bile artık “Sünni” kelimesi ile “terör” kelimesi sık sık yan yana getiriliyor. Örneğin, önemli bir gazetede çıkan bir yazıdaki “Sünni militanlar” ifadesi ön plana çıkarken bir başka yazının başlığında “Sünni IŞİD teröristleri” ve “Sünni teröristler” ifadeleri dikkat çekiyor. Başka önemli Batılı bir gazetede ise “Sünni teröristler” vurgusu dikkat çekiyor. Son aylarda Batılı medya kuruluşlarında “Sünni aşırılık”, “Sünni terör” ve “Sünni radikaller” terimlerin de sıkça kullanılan ifadeler haline gelmesi dikkat çekiyor.
Peki, son dönemde Batı’da giderek endişe kaynağı olan “IŞİD etkisi” nedeniyle yaklaşık 1.4 milyarlık Sünni dünyasının (Toplam Müslüman nüfusun 90%’ı) tamamını “terör” ve “terörist” kavramlarının içine sıkıştırmak, toplam sayıları elli bini bile bulmayan IŞİD militanlarının yaptıklarını Sünniliğe bağlayarak değerlendirmek ne kadar sağlıklı bir analiz olur?
IŞİD’a göre Batı dünyasının bu toptancı yaklaşımında bir sorun yok. Aslında Sünni dünyasına yönelik bu toptancı ve kategorik bakış tam da IŞİD’ın yaratmak istediği şey. Başta IŞİD’in en önemli propaganda kaynağı olan “Dabıq” dergisi ve diğer propaganda yayınları incelendiğinde IŞİD’ın temel stratejik söylemini “Batıya karşı Sünni dünya” şeklinde şekillendirdiği, bu sayede; küresel çapta Sünni dünyası ile Batı dünyası arasında “silahlı şiddetle beslenen bir ben-öteki ilişkisi” kurmayı amaçladığı görülüyor. Kısaca, IŞİD’ın temel stratejik amacını; Sünni dünyası ille Batı dünyasının arasını açmak, aralarında bir “silahlı şiddete dayanan bir ben-öteki” ilişkisi kurmak ve bu ilişkiyi zamanla güçlendirmek, bu ayırım üzerinden hem Sünni dünyanın “hamisi devlet” hem de arkasındaki askeri ve para-militer gücü olmak olarak özetlemek mümkün.
Ne yazık ki, IŞİD’in “sözde” Halifeliğini ilan ettiği Haziran sonundan beri IŞİD’e yabancı savaşçı katılımlarındaki ürkütücü artışa bakıldığında IŞİD’in yerküredeki tüm “Sünnilerin hamisi olma” stratejik söylemi sayesinde küresel anlamda bir “Sünni seferberlik” etkisi yarattığını söylemek mümkün. Güvenilir istihbarat raporlarına göre; Haziran 2014 sonundaki Halifelik ilanına kadar IŞİD’e katılan yabancı militan sayısı 1,500 civarında iken Halifeliği ilan ettiği tarihten bu yana dünyanın 60’a yakın farklı ülkesinden katılan yabancı militan sayısı 10,000’in üzerinde. Bu şu anlama geliyor. Halifelik ilanı dünyadaki Sünni kitleleri çok etkilemiş ve bir mıknatıs misali Sünni dünyadan insanları IŞİD saflarına çekiyor. Bu rakamları Sovyetlerin 1979’daki Afganistan işgali sonrasında yaşanan 10 yıllık Afgan Cihadına yabancı savaşçı katılımındaki rakamlarla kıyasladığımızda durumun vahameti daha net ortaya çıkıyor. 1979-1989 arasındaki 10 yıllık dönemde Afganistan’daki Cihad çağrısına gelen yabancı savaşçı sayısı toplamda 20,000’e ulaşırken, IŞİD’ın küresel gündemde yer işgal etmeye başladığı tarih olan 2014’ün Mayıs ayından (Musul işgali) bu yana 7 aylık dönemde Irak ve Suriye’ye gelen yabancı militan sayısı bu rakamın yarısı. Yani anlaşılan IŞİD, Sünni dünya ile; küresel düzeyde Batı, bölgesel düzeyde ise Şii dünyası arasında “silahlı bir ben-öteki ilişkisi” i kurmayı başarmış gözüküyor.
Yine ne yazık ki Batı medyasındaki bu “ötekileştirici” dil, tam da IŞİD’ın ekmeğine yağ sürüyor. Kısaca Batı medyasındaki bu tarz haberler özellikle Mısır’da Ihvanın başına gelenlerden sonra kendini “korumasız ve aciz” hisseden ve bölgedeki tüm politik süreçlerden dışlandığı görülen Sünni halkların “hamisi” rolüne üstlenmekte epey istekli olan IŞİD’ın amacına hizmet ediyor.
Yani batı medyasında gittikçe görünür hale gelen bu ötekileştirici dil ve tüm Sünnilere yönelik toptancı yaklaşım, bulunduğu ülkedeki sosyo-ekonomik ve politik sisteme entegre olamamış Sünni kitleleri IŞİD’ın “Sünni ümmete kan borcumuz var. Batı ve Şia bizi öldürdükçe Sünni ümmet dirilecek” stratejik söylemine hak vermeye itiyor. IŞİD, hilafeti “sözde” yeniden inşa ve Sünni ekol içinde son sözü söyleyecek bir merci, bir yapı haline gelmek amacında. Kısaca diğer dini hareketlerin aksine “Ortadoğu’nun saatli bombası IŞİD” bölgedeki Sünni gençlerin kafasına uğruna ölünebilecek bir “dava,” karşısına el-Kaide’nin belirsiz “uzak düşman” kavramı yerine daha gerçekçi bir “yakın düşman” koyup, eline bir Kaleşnikof, cebine biraz para koyabiliyor. IŞİD, Ortadoğu coğrafyasında “dava-düşman-silahlı şiddet” üçlüsünün oluşturduğu bu pakete bir de “toprak” ve “İslam Devleti fikri” kavramlarını koyunca El-Kaide’ye nazaran daha gerçekçi ve ulaşılabilir bir mücadele fikri ortaya koyuyor.
Ayrıca IŞİD’ın Sünni dünyayı “totalize etme” ve “hiyerarşik ve kategorik bir vahdete” ulaştırma çabasına karşı İslami görüş ve düşüncede çeşitlenme, çok seslilik, farklı olana saygı, müzakere kültürü, en hassas meseleleri dahi tartışabilme gibi konularda da hassasiyet gerekiyor. Burada da aslında “hilkatı (yaradılışı) değil hali (üslubu)” problematize eden Anadolu kültürünün önemli bir bileşeni olan Sufi ekole ve Türk devlet geleneğine çok büyük rol düşüyor. Ancak Türkiye’nin IŞİD’la fikri mücadelede bu iki silahını şu ana kadar çok iyi kullanabildiğini söylemek mümkün değil. Umarım bunun bedelini ileride çok ağır ödemeyiz.
Sonuç olarak; IŞİD’le Sünni dünyanın mücadelesinde Batının ve İran’ın ne kadar işbirliğine açık ve yardım sever yaklaşacağı da hem mücadelenin doğasını hem de başarı olup olmayacağını kesinlikle etkileyeceğini söylemek mümkün. Acaba Batı “Bu yaşananlar İslam’ın 30 Yıl Savaşları. Bırakalım kendi cehennemlerinde yansınlar” şeklinde umursamaz bir tavırla Suriye ve Irak’ta yaşanan insanlık dramlarına sessiz mi kalacak, yoksa meseleye sadece askeri açıdan yaklaşarak “bombalama” stratejisine mi ağırlık verecek, yoksa sert gücün yanında yumuşak ve yapıcı angajmanlarla Sünni dünyaya yaklaşarak Sünni dünyaya yaşadığı bu travmayı aşmasında yardımcı olacak mı? Yine acaba İran şu an Sünni dünyanın karşı karşıya olduğu IŞİD’ı bir tehdit olarak mı yoksa bir fırsat olarak mı görüyor? İşte tüm bu soruların cevapları “aslında bu kaotik süreçten organik bir “Islami Westphalia” çıkar mı?” sorusunun da cevabı.