Çok değil daha yüzyıl öncesine kadar Sevr travması yaşamış, 1915'te Çanakkale'de, 1921'de Sakarya Savaşı'nda uçurumun eşiğinden dönmüş bir milletiz. 1900'lerin başlarının çalkantılı ortamı, sonrasında Milli Mücadele dönemi, daha sonra İkinci Dünya Savaşı, daha daha sonra Soğuk Savaş döneminde Sovyet Birliği'nin hemen dibindeki NATO'nun güney kanat ülkesi olma hâli ve çalkantılı 1990'lar Türkiye'yi hep temkinli, riskten kaçınan ve kazanacaklarından çok kaybedeceklerine odaklanan, statükoyu kutsayan, reelpolitik dengeleri gözeten bir dış politikaya yöneltti. Kısaca 26 milyon kilometrekarelik bir imparatorluktan küçüle küçüle 780 bin kilometrekareye sıkışmış bir ulus-devlet olarak "Yurtta Barış, Dünyada Barış" prensibi gereği dış politikada ana stratejimiz (Grand Strateji) savunma odaklı, daha da küçülmemeyi (bölünmemeyi) esas alan, 2.5 cephede kendini savunabilen (doğuda ve batıda eş zamanlı konvansiyonel savunma yapabilirken içeride de etnik/dini veya ideolojik bölücü silahlı çabalara karşı koyabilen) bir mimari üzerine kurgulandı.
O nedenle dış politikada hep savunmada, hep temkinliydik. Hep statükoyu kutsadık.
Ama bu ürkek ceylan duruşu emperyal kodlarımıza pek de uygun değil. Aynen diğer emperyal toplumlar; mesela Almanlar, İngilizler, Fransızlar, Ruslar, Japonlar gibi.
Büyümek. Jeopolitik ve jeoekonomik etki ve ilgi alanlarımızı genişletmek. Büyümek, daha da büyümek, revizyonist bir tutumla statükoyu esnetmek, daha da esnetmek ve hatta mümkünse statükoyu parçalayıp atmak ve yeni statükonun mimarı olmak.
2018 yazından başlayan Türk tipi Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile bu emperyal vizyonu yeniden keşfetmiş gibiyiz. Büyümek, jeopolitik ve jeoekonomik etki ve ilgi alanlarımızı genişletmek, statükoyu önce esnetmek hatta gerekirse parçalamak istiyoruz. Tarihimizden aldığımız güç ve devşirdiğimiz meşruiyetle, yeni kazandığımız silahlı İHA'lar, İHA merkezli ağ yapısı çatışma, yeni nesil kara-hava muharebesi taktikleri, daha etkili ateş desteği, özel operasyon yetenekleri, elektronik harp, komuta/kontrol, iletişim gibi askeri yeteneklere de güvenerek etki ve ilgi alanlarımızda statükoyu esnetme ve gerdirme çabalarımız 2020'de tavan yaptı.
Artık askeri gücümüzün dayattığı kaba güçle, çok da diplomasiye gerek duymadan, Osmanlı bakiyesi coğrafyalarda racon kesebiliyoruz. Statükoyu çok da takmayan bir revizyonist askeri aktivizm içindeyiz.
Herkes BÜYÜK Türkiye istiyor. Bunun memlekette, iç siyasette de derin karşılığı var. Muhalefette bile bu konuda kafa net. Atara atar, gidere gider bir dış politika. Hele bir de içinde askeri güç varsa tadından yenmez. Suriye'de, Libya'da, Doğu Akdeniz'de ve de en son Karabağ Çatışmalarında gördük. Muhalefetin de desteklediği bir jeopolitik genişleme ihtiyacı bizimkisi.
Ama stratejiyi belirlemek için soralım: Niçin büyümeliyiz?
Evet, Niçin büyümek istiyoruz? Büyümek, 2020'li yıllarda, yani yüz yıl sonra kaçamayacağımız bir kader mi? Biz büyümemek istesek bile bu kaderden kaçamayacak mıyız?
Veya eski Grand Stratejimiz'in devamı mı? Yani küçülmemek ve bölünmemek için mi büyümeliyiz? Yani mesela Diyarbakır'ı kaybetmemek için mi Afrin'de olmalıyız? Veya Ege Denizine sıkışmamak için mi Libya'da asker bulundurmalıyız?
Veya "büyümek için büyümek" de olabilir hedefimiz. Yani bu hedef belki provokatif, belki de çok riskli ama vasat da müsait bölgede. PKK gibi, IŞID gibi silahlı devlet dışı aktörlere karşı konvansiyonel üstünlük sağlayabiliyoruz. Hafter güçleri gibi devletimsi askeri güçleri binlerce kilometre ötede yerel partnerlerle Trablus'tan püskürtebiliyoruz. Hatta ve hatta Azerbaycan'la Ermenistan gibi devletleri bile tokatlayabiliyoruz. Bu da bize kendimizi "iyi hissettiriyor". Özellikle iç siyasette. Sınır ötesinde asker kullandı mı yüzde 60 toplumsal destek cepte. Hele ki Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve Pençe operasyonlarında gördük ki söz konusu PKK'ya karşı sınır ötesi operasyonsa toplumsal destek yüzde 75'lere çıkıyor. O zaman iç siyasette yarattığı "kuvvet çarpanı" etkisi nedeni bile dışarıda büyümeyi cazip kılıyor. İç siyasette herkesi ütmek ve bir kimlik ve güven inşa etmek için bile dış politikada büyümek için risk almaya değer.
Veya bu büyüme isteğinin sebebi dışarıda da aktör olmak ve muhatap alınmak olabilir. İngiliz Savunma Bakanı'nın Türk silahlı İHA'larının başarısına dair övgü dolu sözlerini duyunca veya Batı'da bir gazetede veya düşünce kuruluşunda dışarıdaki revizyonist askeri aktivizmimizi öven bir yazı/analiz çıktığında yüreğimizin yağları eriyor. "Vay be" diyoruz "Biz neymişiz!" Bir de hemen sonra beliren o özgüven hissi "Bizden öncekiler de ne uyutmuş şu koca milleti. Bölgeye nizam veriyoruz diğer ülkeler sus pus. ABD'ye, Rusya'ya ve Avrupa'ya bile ayar veriyoruz."
Başarı olursa zaten "şahsımın" başarısı. Başarısızlık ihtimali mi? Düşünmesi bile vatana ihanet. İşi "Beka" söylemi üzerinden kurgulayıp "Kimin Bekası?" sorusunun sorulmasına izin vermeyince iş tamam.
Zaten algıyı yönetmek devleti yönetmek olunca, medyada da kontrol tam olunca, şeffaflığa gerek yok. Hesap verebilirlik desen o da Yüce Meclis'te şimdilik tatilde. Yani hem içeride hem de dışarıda yol boş, bas gaza. "Büyümek ve şahsımın bekası" için büyü.
Ama Suriye'de, Libya'da, Doğu Akdeniz'de ve en son Karabağ'da gördük ki revizyonist askeri aktivizmimiz mevcut statükoyu esnetiyor. İyi de esnetiyor. Ancak bir türlü yıkamıyor. Tabiri caizse duvara çarpıyoruz onu yıkmak için. Sahada bir etki üretiyoruz. Bu etki duvarı esnetiyor. Duvar esnedikçe esniyor ama bir türlü yıkılmıyor. Sonra da belki bizim lehimize biraz içeriye giriyor ama sonra tekrar statikleşiyor.
İlginç bir paradoks bizimkisi: Statükoyu esnetebiliyoruz sahadaki taktik hamlelerimizle. Yani taktik İHA'larımıza takılı 45 kg'lık mikro akıllı MAM'L mühimmatla sahada askeri zaferler kazanıyoruz ama bu askeri zaferler çatışma alanlarında mevcut diplomatik statükoyu yıkıp yeni statükonun tanımlayıcısı yapmıyor bizi.
Hatta Moskova bizi çözmüş olmalı ki en son Karabağ'da gördüğümüz gibi donmuş bir sorunun bizim ve İsrail'in askeri desteği ile Azerbaycan lehine çözülmesine imkan tanıyor. Sonra da bizim bodoslama esnettiğimiz statüko yumuşayınca kendi lehine yeni bir statükoya dönüştürebiliyor. Biz silahlı İHA'larla sahayı yumuşatıyoruz. Bu sayede Moskova 2016'daki Lavrov Planı olarak bilinen Karabağ'a Daimi Rus Barış Gücü hedefine sayemizde ulaşıveriyor. Ve de Rus askeri 2012 yılında Gebele üssünü boşaltarak terk ettiği Azerbaycan topraklarına geri dönüyor.
Ama olsun. Bu "zafer" sayesinde Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev büyük ihtimal son nefesine kadar Başkanlık kartını cebine koymuş oluyor. Bu açıdan yeni statüko çok da sorun değil onun için. Keşke böyle bir "son nefese kadar Başkanlık kartına" dönüşebilecek bir askeri zaferi Allah birilerine de nasip etse (!) Ama ah şu can sıkıcı seçimler ve bir türlü aşamadığın yüzde 50 engeli.
Siyasi tarih acımasız. Sizce devletler arası savaşlar pek de insanların kontrol edemeyeceği şekilde geliveren bir kader mi? Yoksa savaş karar alıcıların bilinçli tercihlerinin hasılası ortaya çıkan bir sonuç mu?
Mesela 1871-1890 arasına dayanan Bismark'ın "Denge Politikası" sayesinde Almanya'nın hem birleşmesi hem de barışçıl büyümesi mümkün olmuştu. Ama ne zamanki Bismark Almanya'sının denge politikası ve diplomasiye dayanan barışçıl yükselişi, 2. Wilhelm'in yayılmacı dış politikası, askeri ve endüstriyel güce dayanan öz güveni ile yer değiştirdi o zaman çarşı karıştı.
Şimdi bu tarz benzer bir paradoksu Çin'de görüyoruz. Şu ana kadar barışçıl olan Çin'in yükselişi yavaş yavaş kulvar değiştiriyor. Ne de olsa günün sonunda kaynaklar kısıtlı ama ulusların siyasi hırsları sonsuz.
Türkiye'nin bölgesel askeri aktivizmine dair özellikle Batı medyasında çıkan haber ve analizi içimizin yağlarını eritiyor ama bu büyümemiz ve statükoyu esnetme çabamız acaba dışarıdan nasıl gözüküyor?
Bir de paradoksumuz var: İktidarın Türkiye'nin önüne koyduğu "Beka (yani küçülmemek için büyümeliyiz)" temelli ve güvenlikleştirilmiş bir büyüme. Hâl böyle olunca biz "güvenlikleştirilmiş" bir büyüme çabasına girdikçe bunun en son ABD'nin CAATSA yaptırımları ve AB'nin olası yaptırımlarında olduğu gibi Türkiye'ye ekonomik maliyetleri olacak gibi. Bizimkisi ekonomik olarak küçülme riski getiren jeopolitik bir büyüme hedefi. Görünen 2021'de "Ekonomi mi yaptırımları mı?" ikilemi üzerinden bu paradoksu çok yaşayacağız. Mesela sınırımızın 500 km ötesinde uçan uçakların gözüne ışık tutmak, hatta onları 250 km'den düşürmek için aldığımız, bu sayede bizi jeopolitik büyüten S-400'leri yaptırımların ağırlaşması pahasına aktive etmek mi etmemek mi? Bu soru 2021'de "Yeniden Büyük Türkiye: Ama nasıl?" esas sorumuzun da cevabı olacak gibi.
Gerçekten de mevcut statükoda Türkiye'ye biçilen rollere artık sığmıyoruz. Giydiğimiz elbise bize küçük geliyor. Bize yeni bir elbise lazım. Türkiye büyümeli.
Ama "büyümeden" ne anlıyoruz? Mesela bir ülkede ekonomik refahın artması, demokrasi ve özgürlük alanlarının genişlemesi, itibarlı küresel endekslerde yukarıya doğru çıkış da büyüme demek değil mi?
Libya anlaşmasını ve Doğu Akdeniz'deki haklarımızı savunmak için silahlı bir tokuşmayı göze alıyoruz. "Mavi Vatan" ya ölürüz ya da öldürürüz. Ama eğitim kalitesinin ölçüldüğü PISA endeksinde yerlerde sürünmemiz veya BM İnsani Gelişme Endeksindeki vasat görünümümüzle mücadele için aynı kararlılığımız yok. Demek ki küresel endekslerdeki büyümeyi pek umursamıyoruz.
O zaman soralım: Acaba Türkiye'nin dış politikada büyümesi daha ekonomi, refah ve insani gelişmişlik odaklı hale getirilebilir mi? Türkiye'nin barışçıl büyümesi mümkün mü? Acaba büyümemiz ne kadar demokratikleştirilebilir?
Bence 2021'de dış politika alanında muhalefetin temel görevi, diğer ülkelerle her jeopolitik tokuşmada iktidarın arkasına dizilivermek değil yukarıdaki temel soruların cevaplarına kafa yormak olmalı.