Bazen bilgisayarımın dehlizlerinde dolaşırken eski yazılarımla karşılaşırım.
Bazılarını dün yazmış gibi hatırlarım. Nerede yazdığımı, yazıda bahsi geçen kişileri, o anki havayı, ruh hâlimi... Geçenlerde "Ben Bir Hiçim" başlıklı yazımı okuyunca kendimi Kuzguncuk’taki evimin mutfağında buldum. Yağmur yağıyor. Artık çocuk olmayan çocuklar üst katta uyuyorlar. Artık eşim olmayan eşim, bana yakında hayata veda edecek olan yaşlı dostumuz Claudia’nın o gün ona telefonda tavsiye ettiği bir egzersizi anlatıyor: "Bir mum yak. Işığına bakarak Ich Bin Nichts, de..."
Ben bir hiçim.
Mum yakmama ve Ich Bin Nichts dememe gerek yoktu, çünkü kendimin de her şeyin de hiç olduğunu çoktan biliyordum.
Belki bu yazıyı yeniden yayımlamalıyım, hiç olmadığını sanan insanlar çok çoğaldı.
Ama bir hiç olduğunu bilmeyen hiç olduğunu anlar mı?
Bazı yazılarımı unutmuş olurum. "Vay canına, bunu ben mi yazmışım" derim.
Bazen ise hayal meyal hatırlarım.
Yedi yıl önce yazdığım aşağıdaki yazı bunlardan biridir.
Rüzgâr esiyor.
Ağaçları eğiyor. Dalları kırıyor. Yaprakları uçuruyor. Kamışları dalgalandırıyor. Ekinleri yatırıp kaldırıyor. Tohumları uçuruyor. Otları kurutuyor. Turunçları düşürüyor. Bulutları dağıtıyor.
Her ağaçtan ayrı bir ses çıkarıyor.
Rüzgâr esiyor ve bir tek onun sesi duyuluyor, bir de limonun çevresinde kaynaşan serçelerin. Rüzgârın çizgilerinde birer nota...
Rüzgâr esiyor ve her şeye dokunuyor.
Rüzgâr esiyor ve bahçe de onunla beraber esiyor.
Serin havayı içime çekerken hem uykudayım hem uyanık, hem buradayım hem değil. Bir başka boyutun eşiğindeyim, kapısı burada, çok yakında, ama nerede, bulamıyorum.
Rüzgâr esiyor. Ağaçtaki son mandalinaları toplarken, rüzgâr bir akvaryum, ben içinde bir balığım.
Başparmağımın tırnağı ile kabuğunu kaldırıp mandalinayı soyuyorum. İkiye ayırıyorum. Tombul dilimlerden birini ağzıma atıyorum, dişlerimi üzerine indiriyorum, suyu ağzıma akıtıyorum.
Ceplerimi mandalina ve portakal dolduruyorum.
Portakallar göründüklerinden daha ağır, süt dolu memeler gibi.
Rüzgâr esiyor ve hiçbir şey ona karşı koymuyor. Ağaçlar, çiçekler, otlar, nereye itiyorsa oraya eğiliyor, sonra eski durumuna dönüyor, tekrar itilinceye kadar.
Bir kitapta okumuştum. Bitkiler, muhtemelen, kendilerini havadan ayrı hissetmezler. Çevrelerindeki havayı varlıklarının uzantısı sanarlar. Ya da havanın devamı olduklarını... Yaprakları vasıtasıyla emip enerjiye çevirdikleri ışınları yollayan güneş ile ayrı değil, onunla bitişik...
Eğer öyle ise bitkiler kendilerini bütün kâinatın bir parçası hissetmeli. Hava, yani atmosfer dediğimiz şey, yeryüzü ile sonsuzluk arasındaki boşluğun bir parçasından başka bir şey değil.
Atmosfer ile uzay boşluğu arasında hudut yok. Atmosfer ve onun katmanları olan Troposfer, Stratosfer, Mezosfer, Termosfer ve Ekzosfer sadece insanların sözlüğünde var. Kâinatta ne isim var, ne hudut.
Yeryüzünde, her şeyi parçalarına ayırma, isimlendirme ve başka şeylerden ayrı görme huyu bir tek insanda var.
O kendini de parçalarına ayırır, o parçalara isim verir ve başka şeylerden ayrı görür. Bilgisi de, cehaleti de bundan kaynaklanır.
Rüzgâr esiyor.
Dilsiz, açıklamasız, nereden gelip nereye gittiği belirsiz, ömrü yok, yaşı yok, yoldaşı yok.