Asfalt bitince sağa dönüp yağmurun yarıklar açtığı dik toprak yola giriyorum.
Yolun nereye gittiğini gösteren tabela avcıların hedef tahtası olduğu için üzerinde ne yazdığı okunmuyor ama benim için fark etmez çünkü nereye gittiğini biliyorum. Buraları benim mekânım.
Pencereyi indiriyorum.
Yağmurun ıslaklığı, çam iğnesi, mantar ve çürüme kokusu.
Bu serin koku cildimi okşuyor, saçlarıma siniyor, burnumdan içeri giriyor, kanıma karışıyor, vücudumu dolaşıyor, içimi dışımı temizliyor.
Yol daha dikleşiyor. Toprak kayboluyor, tıraşlanmış kırmızı kaya oluyor. Bir süre sarsılarak böyle gidiyorum. Sonra tekerlekler yine toprağa değiyor. Yolun düzleştiği yerde arabayı kenara çekip duruyorum.
Buraya odun toplamaya geldim. Ama önce biraz yürüyeceğim.
Ondan önce de durup bir süre çamları, burasının esas yerlilerini, seyredeceğim.
Yürürken yere bakarsan içine dönersin. Yeri bile göremez olursun. Düşüncelerine kapılıp gidersin. Onlar da, ırmağın denize dökülmesi gibi kaçınılmaz bir biçimde seni karanlığa, olumsuzluklara taşır.
İleri bakarsan ağaçları ve ağaçların arkasında kainatın kıyısı olan gökyüzünü görürsün, dışarıya dönersin, düşüncelerin değişir.
Bunu yıllarca önce İstanbul’da, Fethi Paşa Korusu’ndaki yürüyüşlerimde keşfetmiştim.
Evde kışı çıkaracak kadar satın alınmış odun var ama ormanın odunu başka. Çıkardığı koku farklı ve daha güzel, perdelere, koltukların kumaşına siner, oyalanır, yazın göbeğinde şöminenin bulunduğu oturma odasında burnuma gelir.
Çam ağaçlarından düşen dalları topluyorum.
Çam büyüyüp boy kazandıkça, enerjisini güneşe daha yakın olan dallara vermek için aşağıda kalan, daha az güneş gören dallarını kurutur. Rüzgâr kuru dalları sallar, gövdeden koparıp yere düşürür.
Yağmur damlaları kabuklarını soyar, çakıl taşı gibi pürüzsüz hale getirir.
Güneş onları kurutur, kül rengini alırlar, kırılmaları kolay olur. Bazıları çürüdüğü için kaldırırken elimde dağılır.
En iyi, çam kabuğu yanar, yavaş, kömür gibi kor halinde, uzun uzun ısı vererek.
Suzuki’nin bagajını ve arka koltuğunu odunla dolduruyorum.
Sonra yere uzanıp başımı bir kayaya dayıyorum ve çevrenin bir parçası oluyorum. Ağaçların, çalıların, taşların anlayıp benim anlamadığım değişik bir gerçeğin varlığını hissediyorum. Nedir, yaklaşabildiğim ama hiçbir zaman bilemeyeceğim bu gerçek?
Ölüm vücuttan arınmış bir seyir zamanı olabilir mi?
Rüzgâr esiyor, ellerimi üşütüyor.
Doğudan batıya, hızla uçları güneşli bulutlar geçiyor. Bu handa mola vermek istemiyorlar, başka bir yerde yağmur olacaklar ya da ellerimi üşüten rüzgâr onları dağıtacak.
On binlerce yıl önce, adaya insanlar gelmeden önce burası zengin bir ormandı. O yaşı bilinmeyen zamanlarda adanın tamamı ağaçlarla kaplıydı. Şimdi kıyıda köşede, kayalıklarda birkaç bodur nergis var, biraz siklamen, biraz anemon ve yabani orkide. Gelincikler neredeyse tamamen ortadan kayboldu. Kuşlar da.
Her yeni nesil daha az yeşil, daha az kuş buluyor ve dünyanın normal hali bu sanıyor.
*
Tekrar asfalta çıktığımda yolun kenarında siyah bir baston görüyorum. Baston bir karayılan oluyor ve S’ler çizerek yolun karşısına geçmeye başlıyor. Arabayı durduruyorum.
Ve,
“Merhaba bay karayılan. Ocak ayındayız ve hava hâlâ soğuk. Sizin kış uykusunda olmanız gerekmiyor mu?” diyorum.
Cevap vermeden ormanda kayboluyor.
İnsanın ölüm demek olduğunu biliyor. Dünyada var olan bütün canlılar gibi.