Bu yazıyı pek yakında kararları açıklanmış Ergenekon davası; Kemalist laikçi elitlere beslenen nefret ve intikam duyguları; Diyarbakır hapishanesinde 1980 sonrasında yaşanan insan hakları ihlalleri ve son dönemde hapishanenin kapatılmasına ilişkin tartışmalar; Yassıada’da planlandığı rivayet olunan otel projeleri; Gezi olayları sonrasında medya, iş dünyası ve sanat dünyasında yaşananlar; Kürt siyasetinin bugüne kadar geçirdiği sorunlu evreler ve bundan sonra düşebileceği potansiyel tehlikeler gibi son derece netameli konuları düşünerek kaleme alıyorum. Her biri diğerinden daha hassas bu konuların ortaya koyduğu siyasi ve etik sorunlar üzerine ne zaman kafa yormaya başlasam, Mandela liderliğinde Güney Afrika toplumunun barış ve demokrasiye evrilme sürecinde yaşadıklarını düşündüğümü farkettim. Güney Afrika’nın tarihte eşi benzeri zor bulunacak deneyiminden Türkiye için çıkarılacak önemli dersler olduğunu düşünüyorum. O nedenle bu güzel ülkeye sizlerle birlikte kısa bir yolculuk yapalım istedim.
Yaklaşık altı yıl önce üç haftadan fazla vakit harcamak üzere gittiğim Güney Afrika seyahatime başladığımda bu kadar güzel duygularla bu ülkede bulunabileceğimi, dahası etik, siyasi ve kültürel olarak bunca ders çıkarılabilecek müthiş bir deneyim yaşayacağımı açıkcası tahmin etmiyordum. Cape Town belki dünyanın en güzel şehirlerinden biri. Ama Güney Afrika’ya tadını-tuzunu veren şey sadece o muhteşem güzellikteki şehir değil. Mandela’nın yirmiyedi yıl hapis yattığı Robben adası ve adada müzeye dönmüş eski hapishane, hapishanede rehberlik yapan ve geçmişte yaşadıkları vahşet dolu günleri anlatan eski mahkumlar, Durban ve St. Lucia’da uzun uzun sohbetler yaptığım yerlilerin, dükkan sahiplerinin hayata yaklaşımları ve toplumlarını değerlendirmeleri, safarilerimize rehberlik yapan siyah Güney Afrikalı’ların içinde bulundukları topluma ve tarihlerine ilişkin yaptıkları yorumların insanda yarattığı felsefe veya tarih kitabı okuyormuş hissi, Johannesburg’daki apartheid karşıtı mücadelenin geçtiği en canlı bölge olan Soweto mahallesinde tarihe tanıklık eden müthiş mekanlar ve buralar yaşayanların anlattıkları. Yine Johannesburg’daki olağanüstü bir özenle kurgulanan ve düzenlenen Apartheid müzesi. Anayasa Mahkemesi’ndeki karşılaştığım görevli ile kameraya kaydetme ihtiyacı hissettirecek ve değme mülakatlara taş çıkartacak iki saati aşan uzun sohbetim. Bunca değerli deneyimi kapsayan Güney Afrika seyahati bana yalnızca insan haklarının en vahşi biçimde çiğnendiği apartheid rejimini olanca çıplaklığıyla ve somutluğuyla göstermekle kalmadı, aynı zamanda Mandela gibi kelimelerin anlatmakta neredeyse kifayetsiz kaldığı olağanüstü bir liderin olağanüstü başarısının sırrını da idrak ettirdi. Güney Afrika tarihi, Mandela siyaseti, Hakikat ve Uzlaşma Komisyonlarının çok tartışılan etik ve politik rolü üzerine geniş bir sosyal bilimler literatürü var. Gerek ırkçılık üzerine yapılan çalışmalardan, gerekse Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nın ortaya çıkardığı son derece karmaşık etik ve politik sonuçlara kadar geniş bir yelpazeye yayılmış bu çalışmalardan Güney Afrika toplumu hakkında çok şey öğrenmek mümkün. Ancak bütün bu çalışmalar, siyahların bu ülkede yaşamış olduğu acı dolu tarihin ardından nasıl olup da hala müthiş sevecen, geleceğe dair umutlu ve en önemlisi barışcıl ve demokratik duygularla geçmişlerine ve geleceklerine bakabildiklerini kavramanız için yeterli olmuyor. Onlarla sohbetten öğrenilecek çok şey var.
Mandela’nın liderliğinde izlenen siyasetin tüm başarısını ırkçı apartheid rejimini sonlandırmasında görmek çok sınırlı bir yaklaşım olur. Eğer bugün Güney Afrika’nın siyah halkı geçmişte yaşadıkları acıların intikamını beyaz ırktan almak üzere bir gelecek tasarlamayan bir siyaset üretebildiyse, eğer ayrılıkçı apartheid rejimi resmi olarak sonlandıktan sonra Güney Afrika kan gölüne dönüşmediyse bunun en önemli nedeni ırkçılık karşıtı siyaseti intikam almak üzerine temellendirmemeye özellikle imtina eden Mandela’nın izlediği siyasettir.
1990 yılı Şubat’ında özgürlüğüne kavuştuğunda yirmiyedi yıl hapis yatmıştı Mandela. İç savaşın eşiğine gelmiş Güney Afrika’da halkın büyük çoğunluğu ırkçı apartheid rejiminin baskı ve zulmü altında yaşamaktaydı. Özgürlüğüne kavuşan Mandela, kendisini onca yıl tutsak kılanlara karşı bırakın kişisel kin güdüp, intikam ve nefret kusmayı, halkına eski düşmanları ile uzlaşma ve barışma telkininde bulunmayı en temel siyasi misyonlarından biri haline getirmişti. Bu tavrının sembolik göstergelerinden biri olarak da başkan seçildikten sonraki kutlamalarına bizzat kendi gardiyanını VIP konuğu olarak davet etme büyüklüğünü göstermiş olmasıdır. Mandela halkına affetmeyi ve uzlaşmayı telkin etmeyi kendine siyasi görev kılmış bir liderdir. Cezalandırıcı bir adaletin değil, onarıcı bir adaletin hikmetine inanmış, halkını mahkemelerde geçmişin acılarının cezalandırılacağı günlerin özlemini kurmaya değil, Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları’ndaki itiraflarla geçmişin acılarının ortaya çıkarılmasını ve bunların onarılmasını hedeflemenin barışın ve demokrasinin koşulu olduğuna ikna etmiş bir liderdir. Geçmişin kirli ve acı hakikatlerinin dile gelmesi bu suçları işleyenleri cezalandırma amacını hiç bir zaman gütmemiştir. Mandela bir mülakatında şunu söyler: “bu hakikatleri ortaya çıkarmamız lazımdı ki, kimi affedebileceğimizi bilelim.”
Mandela ve Desmond Tutu gibi siyahi liderlerin uzlaşma, barışma ve affetme siyasetinin önemine yaptıkları bu vurgunun arkasında Ubuntu öğretisine inanmaları yatıyor. Ubuntu, insanların özünde birbirine hassas ve narin bir ağla bağımlı olduğunu inanan bir yaklaşım. Bir bireyin ancak diğer bir birey sayesinde ve onunla ilişkisi içinde birey olabildiğine inanan bu felsefenin mottosu “ben, ben olabilmek için diğerine, diğeri de kendisi olabilmek için bana gereksinim duyar” olmuştur. Ubuntu aynı zamanda, öfkenin, küskünlüğün, nefretin, dargınlığın, ve daha önemlisi intikam güdüsüyle hareket etmenin toplumsal uyumu aşındırıp, çürüteceğine inanır. İnsanların ancak affetme ve yaşadıkları acıları dillendirmeleri sayesinde şifa bulacaklarına inanmış bir yaklaşımdır ubuntu. Mandela ve diğer siyasi liderler apartheid rejiminin açtığı yaraların cerahat haline geldiğine ama siyasetçilerin görevinin bu cerahatı temizlemek ve üzerine merhem sürmek olduğuna inan bir siyasi yaklaşım izlemişlerdi. Ubuntu anlayışına göre intikam almak üzere hareket etmek yalnızca acının ve intikamın kısır bir döngü haline gelmesine hizmet eder. Rwanda’da, Kuzey İrlanda’da ve eski Yugoslavya’da yaşanan şey bu olmuştur. Onlara göre bu kısır döngüyü kıracak tek şey affetmektir. Affetmeye dayalı olmayan bir siyaset barış ve demokrasi sağlayamaz. Yirmiyedi yılını parmaklıklar arasında geçiren Mandela’nın nasıl olup da hapisten çıktıktan sonra hiç bir burukluk ve intikam duygusuyla hareket etmediğini anlamakta zorlanıyorsak, bunun nedeni intikam almaya dayalı yerleşik siyasi, etik ve kültürel reflekslerimiz olsa gerek. Oysa Mandela’ya göre Güney Afrika’da demokrasi ve barışın tesisi herşeyden evvel bu tür duyguların aşılmasını gerekli kılmıştır.
Ancak nefret ve intikam almaya dayanmayan bir siyaset izlemek demek geçmişin acılarının üzerinin örtülmesi anlamına gelmez. Bu acıların su yüzüne çıkarılmasının gerekliliğine inanarak hareket etmiştir Mandela siyaseti. Bunu mümkün kılmaya araç olarak görülen Hakikat ve Uzlaşma Komisyonlarının çok önemli bir işlevi vardır: geçmişin acılarından ve suçlarından boşalma ve arınma sürecine katkıda bulunacaktır bu komisyonlar. Geçmişte keskin kutuplaşma ve çatışmanın yaratığı korku, suçluluk, vicdan azabı, ve nefret duygularından kalan kötü mirasın ancak affedici ve uzlaşıcı bir yaklaşımla aşılabileceği inancıyla oluşturulmuştur bu komisyonlar. O nedenle komisyonların etik ve politik gücünü oluşturan felsefe intikam almaya değil, düşmanını anlamaya ve yaraları onarmaya, kurbanlaştırmaya ve misillemeye değil ubuntu’ya ihtiyacımız var diyen bir yaklaşım olmuştur. Mandela kendisi ile yapılan bir söyleşide şunları dile getirmiştir: “hapishanenin kapısından özgürlüğüme doğru dışarı adım attığımda, eğer burukluğumu ve nefretimi geride bırakmazsam tutsak kalmaya devam edeceğime inandım. Yirmiyedi yıl ellerinde tutuklu kaldım; hayatımın bundan sonraki bölümünde onlardan intikam alma planları yaptığım takdirde yine onların tutsağı olmaya devam edecektim.”
Kabul edelim ki düşmanının sana sunduğu dünyanın içinde tutsaklığa devam etmemek için kişisel korkuları, nefreti ve intikam alma duygusunu aşabilmek ve daha önemlisi düşmanını bağışlayabilmek sıradan bir insanın yapmaya muktedir olduğu şeyler değil. Gandi’nin dediği gibi affetmek aslında güçlü olanın işidir. Mandela’nın olağanüstü başarısı bunu sadece kendi hayatına uygulayabilmesinde değil, tüm Güney Afrika’da apartheid karşıtı mücadelenin temel şiarı haline getirebilmiş olmasındadır. Uzlaşma ve barış siyaseti sayesinde ırkçı ve ayrılıkçı rejimin açtığı yaraların sarılıp kalıcı bir demokrasinin tesis edileceğine inanan bu siyasetten öğreneceğimiz çok şey var. Dünyanın pek çok ülkesinde hakim olmuş intikamcı siyaset, her ne pahasına olursa olsun iktidardaki konumunu sürdürmekte israrlı olan İslam dünyasının otokratik liderlerine olduğu kadar Türk ve Kürt siyasetine de musallat olmuştur. Bu siyasetleri yürüttenlerin, 1994 yılında üstlendiği başkanlığı, barış ve uzlaşma siyasetinin temellerini attıktan beş yıl sonra 1999’da bırakan Mandela’dan öğreneceği çok şey var.
Ancak geçmişin acılarını intikam alabilmek için ortaya çıkarmaya değil de yaraları onarmaya ve affetmeye yönelik siyaset, bazılarının düşündüğü gibi hayalperest bir humanizmin veya saf bir iyi niyetliliğin tezahürü değil. Son derece somut, tanımı belli ve sonuçları düşünülmüş felsefi ve tarihsel bir yaklaşıma dayanıyor bu siyaset. Yukarıda dayandığı felsefi temellerden kısaca söz ettim. Bu siyasetin tarihle olan ilişkisine baktığımızda ise affetmenin kesinlikle unutmak demeye gelmediğini, yaşanan acıların ve yaraların üstünün kapatılmasına ve hele hele untulmasına veya yok sayılmasına çalışılmadığını görüyoruz. Tam tersine, geçmişin acıları, baskıları, insan hakları ihlalleri çok çeşitli yollarla dile getirilmeye ve hatırlanmaya çalışılıyor. Johannesburg’daki Anayasa Mahkeme salonunda uzun sohbetim sırasında siyah görevli şöyle dile getirdi bunu: “çok acılar çektik, ama kesinlikle bunları unutmamalıyız, bunları çok çeşitli yollarla anlatmalıyız ki tekrarlanmasına izin vermeyelim. Ama amacımız kesinlikle bu çektiğimiz acıların intikamını almak değil.” Bu noktada Robben adasının tutuklularından söz etmeden geçemeyeceğim. Adaya indiğinizde size eski mahkumlar karşılıyor. Saatlerce süren tur sizi Mandela’nın hücresi de dahil olmak üzere hapishanenin değişik köşelerine götürüyor. Hapishanede nasıl bir yaşam sürdürdüklerini, günlerinin nasıl geçtiğini, onlara nasıl davranıldığını, ne yiyip ne içtiklerini bütün detayları ile dinliyorsunuz. Etrafa döşenen fotoğraflar, objeler ve videolarla destekleniyor bu anlatılar. Adeta orada hapishaneki yaşamı bir nebze de olsa deneyimlemenize çalışıyorlar. Adanın mahkumları arasında Hakikat ve Uzlaşma Komisyonuna gitmeye kimsenin gönüllü olmaması üzerine Mandela’ya eski mahkumların katılmasının zorlanması teklifi karşısında, bu öneriyi kesinlikle geri çevirmiş ve kimsenin tanıklığa zorlanmamasında israr etmiş. İntikam almaktan ne kadar uzak bir siyaset olduğunun en önemli kanıtlarından biri bu.
Bir diğer müthiş deneyim ise Johannesburg’daki Apartheid Müzesi. Apartheid günlerini bir ölçüde de olsa deneyimlemeniz için müzeye giriş için aldığınız biletin üzerinde “beyaz” veya “renkli” ibaresi bulunuyor. Tesadüf olarak biletinizde size hangi kimlik tahsis edilmişse ona göre girişiniz “beyazlara” yada “renklilere” ayrılmış olan kapıdan oluyor. Bir anda birlikte olduğunuz insanlarla ayrı kapıdan girip, ayrı düşüyor, ne zaman buluşabileceğinizi kestiremiyorsunuz. Aynı apartheid günlerinin şehrin mekanlarını “beyazlara” ve “renklilere” ait olarak birbirinden tecrit etmesi gibi. Bir süre sonra içeride bir noktada birlikte gittiğiniz insanlarla buluşmanın verdiği rahatlıkdan sonra girişte maruz kaldığınız tecrit hissini daha iyi idrak ediyorsunuz. Müze, sömürgecilik günlerinden başlayıp apartheid rejimi sonrasını kapsayan Güney Afrika tarihini yazılı, görsel ve sözel olarak son derece özenle hazırlanmış belgelerle ve anlatılarla çok kapsamlı bir biçimde sunuyor size.
Özetle, Güney Afrika deneyimi, bilgisi, tarihi, dünü, bugünü….. İçinde bulunduğumuz dünyaya ve özellikle Türkiye’ye ilişkin çok şey öğretebilecek nitelikte. Mandela ise sadece yeniden doğuşuna aracılık ettiği Güney Afrika’da değil, tüm dünyada her daim hatırlanıp hayırla anılacak bir lider olmaya devam edecektir. Mandela tarzı bir liderliğin Türkiye topraklarına da pek yakında nasip olması dileğiyle….