Modern ulus devlet geleneğiyle şekillenen sekülerleşme sürecinin kurumsallaştırdığı ideolojik ve politik dünyada Hristiyanlığın demokrasi ile bağdaşıp bağdaşmadığını sormak neredeyse abesle iştigal etmek demeye geliyor. Biri siyasetin diğeri de dinin alanını işaret eden bu iki dünyanın birarada düşünülmesi neden Hristiyanlık söz konusu olduğunda acaip kaçıyor? Bir din olarak Hristiyanlık ile bir siyaset biçimi olarak demokrasinin uyumlu olup olmadığını sormak acaip karşılanırken, yıllardır cevabını aramaktan usanmadığımız “İslam demokrasi ile bağdaşır mı?” sorusuna böylesi bir tepki göstermiyoruz. Neden? Bırakın tepki göstermeyi, seküler Batı medyası ve tabii ki Türkiyeli bazı entellektüeller Mısır’da yaşanmakta olan toplumsal ve siyasi gelişmelerin ışığında ısrarla bu konuyu, yani İslam’ın demokrasi ile bağdaşıp bağdaşmayacağı sorusunu tekrar ve yeniden iştahla çiğnemeye başladı.
Kökleri onyedinci yüzyıla kadar giden oryantalist paradigma, teolojiden edebiyata kadar geniş bir yelpazeye yayılan çok zengin söylemsel bir evren ve tabii kurumsal bir dizi mekanizma aracılığıyla Avrupa’nın dışarıdaki düşmanı olarak İslam’ı, “içerideki “düşmanı” olarak da Yahudiliği kurmuştur. Bu söylemsel evren, “Avrupa nedir” ve “Avrupa’nın İslam’dan ve Yahudilik’den farkı nedir” türü kıyaslamalı soruların cevabını vermesi sayesinde Avrupa kimliğini de kurmuştur. Aynı anda teolojik, edebi, bilimsel ve sanatsal olan bu söylemsel evren, Yahudi ve diğer Ötekiler arasında bir özdeşlik ve analoji kuran bir dizi anlatımı, kategoriyi ve sınıflandırmayı devreye sokmuş, bunu yaparken aynı zamanda Batı’yı ve Hristiyanlığı da tanımlamıştır.
İslam’ın Avrupa için oluşturduğu tehditi ve dolayısıyla düşmanın nasıl temsil edildiğini anlayabilmek için iki önemli dönem tespit edebiliriz. Bunlardan ilki, kendisini Hristiyanlık ile, yani dinsel bir referansla tanımlayan Avrupa; ikinci dönem ise Aydınlanma dönemi sonrasında kendisini seküler bir kimlikle tanımlayan Avrupadır.
Avrupa kendisini dinsel bir kimlikle tanımladığı dönemde, yani Hristiyanlık Avrupa’nın tanımlayıcı göstergesi olduğunda, İslam teolojik yönden zayıf, ilkel ve az gelişmiş bir din olarak kodlanıyordu. Basitçe siyasi bir din olarak anlaşılan İslamiyet, Avrupa’ya karşı yürütülen savaşın bir aracı olarak görülüyordu. Ancak Aydınlanma süreci ile birlikte Avrupa kendisini tanımlamak için dini bir kimliği terkedip kendini seküler olarak tahayyül etmeye başladı. Böylece kendinin karşıtı olarak algıladığı İslamiyet birdenbire özü itibarıyla dinsel olanın simgesi haline geldi. Orta Çağda İslamiyet teolojik zayıflığı yüzünden ilkel bir din olarak kabul edilirken, modern çağda saf ve kökten bir dinselliğin temsilcisi haline geldi. Dikkat edilirse, burada İslamiyet’in anlamı değişmekle birlikte karşıt, kıyaslamalı ve düşman konumu hiç değişmiyor.
Onbeşinci yüzyıldan itibaren dünyanın birçok bölgesini sömürgeleştiren Hristiyanlık yavaş yavaş sömürdüğü, katlettiği, dönüştürdüğü ve köleleştirdiği topluluklara belirli ölçülerde otorite ve erk bahşetmeyle birlikte o zamana kadar sadece kendisine atfetmiş olduğu adlandırmayı, yani “dinselliği” Öteki dinlere de mahsus bir özellik olarak tanımaya başladı. Hristiyanlık bunu askerler, misyonerler, araştırmacılar, siyasetçiler, yazarlar ve tüccarlar aracılığıyla sağladı.
Sekülerleşme, Batı dünyasının kimliğini artık Hristiyan ve dinsel olan olarak tahayyül etmek yerine, rasyonellik olarak yeni bir bedende kendini tekrar dünyaya getirme sürecinin bir diğer adıdır. Bu süreç hem kendisini, yani rasyonel ve gelişmiş olanı, hem de kendisi-olmayanı da, yani dinsel olan Doğuluyu da tanımlayan hegemonik küresel bir süreçtir. Batı Hristiyanlığı sekülerleşme sürecinin sonucunda kendisinin karşıtı olarak tanımladığı bir alandan, yani dinsel olarak adlandırdığı bir alandan kendini farklılaştırması sayesinde yeniden ama başka bir formda hayat buldu. Sekülerleşme öncesindeki belirleyici ve temel ayrım kutsal ve dünyevi arasında iken, sekülerleşme ile birlikte artık toplumsal yaşamın alanları birbirinden ayrışmaya başladı. Orta Çağda Hristiyanlığın devasa bir kurum olduğunu, ve toplumsal birçok alanı kontrol ettiğini anımsarsak, sekülerleşme felsefeden eğitime, siyasetten ahlaka bu alanların denetiminin kilisenin elinden çıkışı ve devletin ve kurumlarının kontrol ve denetimine girişi sürecidir.
Bizzat sekülerleşme sürecinin sonucunda dinsellik ve sekülerlik arasındaki ayrımın kurulması ve bu kurucu söylemin dinsel olanı da seküler olanı da tanımlar hale gelmesinin en önemli sonuçlarından birisi tek bir dinin, yani Batı Hristiyanlığının, aynen beyaz ırk gibi işaretlenmeden kimliğini oluşturması olmuştur. Irkçılıktan bir analoji yaparak bu durumu anlayacak olursak: nasıl ki beyaz ırk diğer ırkları siyah, çekik göz vs olarak işaretlemesi sayesinde kendi ırkını hiçbir rengi olmayan “beyaz”, yani evrensel olan olarak temsil edebilmişse, Hristiyanlık da diğer dinleri “dinsel” olarak işaretlemesi, ve dinsel ve seküler arasında bir ayrım yapabilme gücü sayesinde, kendisini “eşsiz evrensel” olarak adlandırıp, adeta din ötesi kılmış ve evrensel bir konum edinmiştir. İşte bu nedenle sekülerlik, diğer dinleri “dinsel” olarak işaretleyen Hristiyanlığın kendisine verdiği yeni bir adlandırmadan başka birşey değildir. Bu seküler, yani oryantalist, yani Avrupamerkezci süreç sonucunda İslam, din diye adlandırılan şeyin adeta paradigmatic bir örneği haline gelmişitr.
O halde sekülerleşme, evrensel bir tarihsel sürecin değil, Avrupa Hristiyanlığının kendini yeniden adlandırdığı, içsel bir dönüşümden geçerek kendi kimliğini yeniden oluşturduğu son derece özgül tarihsel bir sürecin adıdır. Aydınlanma ideolojisi ile birlikte gelişen evrim, rasyonalite, bireysel ve siyasi haklar, özgürlükler gibi bazı temel liberal demokratik ideallerin Batı dışı toplumlara ve Müslüman dünyasına girişi Batı sömürgeciliği ve daha sonra genişleyen küresel kapitalist gücün ve kurumların aracılığıyla olmuştur. Hatta aynı liberal haklar ve özgürlüklere ilişkin demokratik söylem, Batı’ya karşı verilen sömürgecilik karşıtı mücadelelerin de temel söylemsel ve siyasi aracı haline gelmiştir.
Bu sürecin sonucunda oluşan seküler-liberal-modernite, dinin siyasi ve toplumsal hayattaki rolünün giderek zayıflayacağı, insanların hayatını düzenleyici gücünün giderek azalacağı, toplumsal bir güç olmaktan ziyade bireysel inanç dünyasına ait bir pratik haline geleceği fikrini yerleştirdi. Ancak sekülerleşme süreci basitçe dinin siyasetin alanından silinmesi süreci değil, dinin yeniden eklemlenmesi ve toplumsal hayatın içinde yerinin yeniden tanımlanması sürecidir. Modernite ile birlikte bireysel inanç alanına ait olarak düşünülen bu din anlayışı, devletin bir ölçüde yasalarıyla bir ölçüde de idari düzenlemeleriyle oluşturulmaya çalışıldı. Dinsel hayatın bu yeniden örgütlenişi ancak sekülerleşme tarihini dikkate aldığımızda anlayabileceğimiz bir süreçtir. O halde sekülerlik sadece siyasetin alanını dinden arındırmakla kalmadı, aynı zamanda dinin ne olduğunu, nasıl yaşanıp nasıl icra edileceğinin de reçetesinin modern devletin tanımlamları ve yaptırımları doğrultusunda yeniden şekillendirdi.
Ancak geldiğimiz bu noktada, sekülerleşme doktrinin öngördüğünün tersine, din ne toplumsal alandan ne de siyasetin sahnesinden çekilmiş durumdadır. Dinin siyasetin ve toplumsalın alanına girişi sadece “siyasi İslam” olarak adlandırılan olguya özgü bir durum olmamasına rağmen, yaygın oryantalist/laikçi/Avrupamerkezci söylem siyasi İslamın, gayrimeşru bir biçimde dine münasip görülen “kişisel inanç” alanından çıkıp toplumsalın ve siyasetin alanına girdiğinde israr ediyor. Ama durup sormamız lazım: toplumsal yaşamın siyasi ve siyasi olmayan alanları arasındaki ayrımı neye dayanarak yapıyoruz?
Dinin siyasallaştığını eleştirenlerin kör kaldığı çok önemli bir nokta var: modern devletin, yaşamın hemen tüm alanına, aileden eğitime, sosyal refah mekanizmalarından gıda tüzüklerine kadar bir çok toplumsal alana bir dizi kurum ve düzenleme aracılığıyla müdahelesinin yaygınlaşmasını nasıl oluyor da bu kadar doğal karşılıyoruz? Örneğin doğum, ölüm, inşaat veya boşanma gibi bir çok süreci devletin denetleyici ve düzenleyici mekanizmaları olmadan gerçekleştirebiliyor muyuz? O halde, toplumsal ve siyasal hayatın içinde etkinliğini arttırmak isteyecek olan herhangi bir dini ideolojinin de devletin bu düzenleyici ve denetleyici mekanizmalarıyla uğraşmak istemesi, bunlara alternatif düzenleme ve denetleme getirmek istemesi doğaldır. Siz bu denetim ve düzenleme mekanizmalarından devlete ait olanını tercih edebilirsiniz, bir diğeri ise dinsel otoritenin yapacaklarını tercih edebilir. Bunun adı ise siyasettir.
Ama ne zaman ki bu denetim ve düzenleme mekanizması İslam dünyasında, İslamcı bir gücün veya iktidarın eline geçiyor, o zaman koro halinde duyduğumuz tek ses oluyor: İslam demokrasi ile bağdaşır mı? Batı dünyasının kendisini dinin etkisinden çıkardığına ilişkin yaygın seküler fantazi hemen oryantalist mekanizmayı hayata geçiriyor. Derhal İslamın, gerçekliği az gelişmiş, ilkel ve duygusal biçimde kavradığına ilişkin kibirli ve üstünlük kuran söylemlere tanık oluyoruz. Oysa, İslamcı siyasetin ne olduğunu, barındırdığı çeşitliliği anlamaya gerçekten samimi bir biçimde başlamak istiyorsak (dikkat: burada İslamcı siyaseti sevelim, destekleyelim filan demiyorum, çeşitliliğini anlamaya çalışmaktan bahsediyorum, basitçe oryantalizmin girdabında kalmak yerine), herşeyden önce sekülerliğin evrensel ve sorgulanamaz olarak kurduğu varsayımlarını ve öncüllerini incelemeye koyulmalıyız.
Kendi toplumsallığını ve siyasi alanını dinden azade gibi tahayyül eden Batı toplumlarında dinsel ve siyasi olan alanların arasında kurulan bölünmeler varsayılanın çok ötesinde bir geçirgenliğe ve gözenekliliğe sahiptir. Örneğin Tocqueville Protestanlığın Amerikan politikasında, siyasi tartışmalarda ahlaki sınırları ve endişeleri belirleme gücüne ve etkinliğine işaret eder. Batı dünyasındaki yaygın Hristiyanlık, bu toplumlardaki siyasi bir çok kurumun değişen derecelerde kurucu ögesi olmaya aslında devam etmektedir.
İslamiyetin temel siyasi ve etik prensiplerinin demokrasi ile bağdaşıp bağdaşmadığını sormadan önce kısaca durup şunu sormalıyız kendimize: neden ve hangi tarihsel süreçler sonucunda bu soru bu kadar ayan beyan bir soru haline gelebildi? Bu soruyla birlikte sormamız gereken ikinci soru: neden aynı soruyu Hristiyanlığa ilişkin olarak sorduğumuzda saçma bir soru soruyor durumuna düşüyoruz? Hristiyanlık siyasetten bu kadar azade mi? Sömürgecilik döneminden bu yana, bu dünyanın dünyevi işleriye uğraşagelmiş olan Hristyanlığın dünyanın birçok bölgesinde oluşumuna katkıda bulunduğu ve desteklediği eşitsizlikleri, baskıları, zulümleri, kıyımları unutarak, bugün din ve demokrasi arasında uyumluluk sorunun sadece İslamiyete ilişkin bir sorun olarak düşünmek, bu koskoca tarihe kör kalmak demektir. Sekülerleşmenin hizmet ettiği en önemli eşitsizliklerden birisinin Hristiyanlığı ayrıcalıklı kılması, içerdiği gücü ve iktidarı maskeliyerek, kendisini dinsel olmayan olarak kurup diğer yandan da din olarak tespit ettiği bir alanı problem alan olarak ilan etmesi olmuştur. Bugün sekülerleşme sürecinin sonucunda hakimiyet kazanan siyasetin temel terimleri olan insan hakları, demokrasi, özgürlük, uluslararası hukuk, hukukun üstünlüğü gibi terimler ve değerlerin bizzat kendileri demokrasi ve eşitlik ile uyumlu hale getirilmeye muhtaçtır. Doğu toplumları ile sömürgeci eşitsizlik ilişkisi içinde karşılan Batı Hristiyanlığı, bu karşılaşmanın sonucunda “İslam” olarak temel bir kategori oluşturması sayesinde düşman ve dışarısı olanı simgeleyebilmiştir. “İslam demokrasi ile uyumlu mudur?” sorusunu her özensiz ve çalakalem soruşumuzda bu koskoca ama eşitsiz tarihi hatırlamakta ve demokrasi ile pek de uyumlu olmadığının altını çizmekte fayda var.