Daha önce gazetelerde yazarlık yaptım ama bir internet sitesinde ilk defa düzenli yazmaya başlıyorum. Gazetede yayınlandığında bir sayfanın yan ve üst kenarlarına dayandığı için köşe yazısı denilen bu yazılar, internet ortamında köşe yazısı olmaktan çıkıyor doğal olarak.
Yani diyebilirim ki artık köşem değil, sayfam var.
Madem yazma ortamım değişti o zaman ben de yazı biçimimi değiştirebilirim. İstediğim uzunlukta yazarım. Sayfaya istediğim kadar fotoğrafı, videoyu koyarım. Başka yazılara, haberlere, web sitelerine link verebilirim. Bununla da sınırlı kalmam. Konularım da çeşitlenir. Bazen bir konuyu bir tweet uzunluğunda yazarım, bazen uzun uzun “döktürürüm”.
Hatta ben bu sayfayı bir günlük gibi yazarım!.. Her gün gazete okurken, haber sitelerine bakarken, sosyal medyayı tararken kendi kendime mırıldandığım şeyleri buraya yazarım, siz de canınız isterse pazarları hepsini bir defada okursunuz. Yazdıklarımın sırası önemine göre değil, yazma zamanıma göre olur. Hatta sayfamı kişiselleştirmeye başlamışken en sona bir de o hafta yaptığım, ilginizi çekebilecek bazı faaliyetlerimi de eklerim…
Buna bir de ad bulmak gerekirse de adına, köşe-günlük derim. “Köşe”nin kendisi gitmişken, adı kalsın yadigâr diyerek…
Fransa’da sarı yelekliler Cumhurbaşkanı Macron’a geri adım attırmayı başardılar ,diyor bugünkü haberler. Asgari ücrete zam sözü vermiş, özel sektöre “maaşları artırın” demiş Macron. Protestocular yarın açıklama yapıp bu açıklamalar için çok geç, bizi bunlar kesmez diyecekler. Sonra liseliler çıkacak sokağa… Belki eylemler zaman içinde azalıp sönecek ama memnuniyetsizlik devam edecek. Geçen yıl büyük bir oy çoğunluğuyla seçilen Macron, bir dahaki seçimlerde kenara atılmış bez bebek olacak. İleride bahsi açıldığında “iyi denemeydi” diye anılacak Macron. Aşırı sağın iktidara gelmesini önlemek için üzerinde ittifak sağlanmış biriydi. İyi deneme ama kötü sonuç… “Halkın” oylarıyla seçilen ama sermayeyi kollayan, Fransızlara bile fazla gelen bir kibirle dar gelirlileri yok sayan birinin varacağı yer… Macron’un kendisi yanlış sonuç ama “ideolojiler neden gereklidir, siyaset neden sınıf temelli olmalıdır” sorusuna 10 puanlık doğru cevap. Sana dair olmayan, seni umursamayan birini, bir belayı savuşturmak için emaneten iktidara getirdiğinde, başına başka bir bela kesileceğinin kanıtı. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak…
SALI
Türkiye’de siyaset, geleceğe dair bir faaliyet alanı olmaktan çıktı. Tam tersine Türkiye’deki siyasetin faaliyet alanı, geçmiş. Referanslar, motivasyonlar hep geçmişten geliyor. İktidar sürekli geçmişle korkutuyor, geçmişi yüceltiyor, geçmişi çarpıtıyor, geçmişi işine yarar hale getirmeye çalışıyor. Muhalefet ise sahip çıkmakta zorlandığı bir geçmişle ne yapacağını bilmeden önüne düşen topları dan dun ileri vurup uzaklaştırmaya çalışıyor. Siyaset geleceğe dair hayal kurdurma, daha iyi, özgür, zengin ve huzurlu bir topluma ulaşma vaadi olmaktan çıktı. Siyasetin en önemli sınavı olan seçimler de “ittifak-mittifakla”, “kopya-mopyayla” geçilecek yazılılara dönüştü…
Yine de bu ortamda siyaset konuşmak, siyaset düşünmek isteyenler için en iyisi dünya sahnesi. Batılı toplumlar giderek “radikal popülist oportünist milliyetçi” tuzağa saplanırken, bazı ülkeler de dışarıdan baktığımızda tam anlamadığımız bir şekilde dönüşüp değişmeyi başarıyor. Hem de iyi yönde. Bir de bu toplumlar bizim “beğenmediğimiz”, “hakir gördüğümüz” ülkelerin halkları olunca durum daha da ilginç oluyor. Ermenistan seçimlerinden kesin bir zaferle çıkan Nikol Paşinyan’ın 10 yıldan fazla sürdürdüğü mücadele bunun yeni örneği. Oligarkların, aşırı milliyetçilerin, fırsatçıların hâkim olduğu Ermenistan’da yeni bir soluk, yeni bir başlangıç fırsatı ortaya çıktı. T24’ten Şirin Payzın seçimleri yerinde izledi.
Seçimleri izleyen bir başka gazeteci, Sedat Ergin de Paşinyan’ın bir gazeteci olarak yola çıkışını, firari durumuna düşmesini, tutuklanmasını, toplumsal muhalefet lideri haline gelmesini ve iktidara adım adım gelişini çok güzel özetledi.
Mecidiyeköy’deki Ali Sami Yen Stadıyla birlikte paketlendikten sonra inşaat firmalarına satılıp yıkılan Likör Fabrikası yeniden dünyaya geldi.
Bir zamanlar stada komşu olan Tekel Likör ve Kanyak Fabrikası’nı 1930 yılında Atatürk kurdurmuştu. Fabrikayı Fransızlar kurmuş, 1939 yılına kadar da işletmede çalışmışlardı. Kanyak-konyak hikayesi malum… Cognac bölgesinde üretilen içki, Fransızların bölgesel tescilli bir ürünü olduğu için Türkiye’de üretilen benzerine “parlak bir buluşla” kanyak denilip geçilmişti. Diğer likör fabrikaları likörü meyve esansından üretirken, bu fabrika dünyada doğrudan meyveden likör üreten tek fabrikaydı.
Fabrika kurulduğunda 48 dönüm arazisi vardı. 1960 yılında 13 dönüm arazisi üzerine Ali Sami Yen Stadı yapıldı. Çevre yolları yapılırken 11 dönüm arazi Karayolları’na devredilince 24 dönüm arazi kalmıştı. Bu arazinin içindeki fabrika binaları 4.600 metrekareyi kaplıyordu.
Fabrika Cumhuriyet’in ilk yapılarından olduğu için koruma altındaydı. Ama malum Türkiye’de binaların ve arazilerin korunması şu anlama geliyor: Başkasının eline geçmesin, biz uygun gördüğümüz birilerine verelim, biz ranta çevirelim.
İşte bu arazi de koruma altındayken işyeri ve konut projeleri için yıkılmıştı. Ancak yıkanların, kendi projelerinden arta kalan alanda bu binayı yeniden yapmaları gerekiyordu. Yani fabrika yıkıldı, gökdelenlere yer açılacak şekilde biraz sağa biraz sola, biraz ileri biraz geri kaydırıldı ve yeniden yapıldı. Hikâyenin buraya kadarki kısmı olağan Türkiye gerçeği. Bundan sonrası ise olağan sayılmayacak kadar güzel bir hikâye. Eskisinin replikası olan yeni fabrika, tapusunda yazan “bu arsa sadece kültür ve turizm amacıyla kullanılabilir” şerhine uygun olarak kültür sanat alanı olarak tahsis edildi ve akıllıca bir hamleyle doğru bir ele teslim edildi.
Türkiye sanat piyasasının en spektaküler ismi olan Murat Pilevneli burayı çağdaş sanat galerisi haline çevirdi. Bu hafta yeniden açılan Likör Fabrikası, Murat Pilevneli’nin becerisi sayesinde İstanbul’un en büyük galerisi oldu. Galeri bu hafta, on ayrı sanatçının işleri sergilenerek açıldı. On ayrı sanatçı deyince aklınıza karma sergi filan gelmesin. Her birine özel alanlar, salonlar ayrılmış, yerli yabancı on üst düzey sanatçının geniş geniş sergilenen işlerinden bahsediyoruz. Mütevazı bir müze büyüklüğünde bir galeri… Sergiyi mutlaka görün, devamlı takip listenize alın. Galeri ve sergiyle ilgili bilgiler burada.
Bu arada 1: Sanat piyasasını bilenlere düşünme ödevi… Murat Pilevneli’nin iş yaşamıyla Likör Fabrikası arasındaki paralellik üzerine biraz düşünsünler. Fabrika gibi kendisi de iş yaşamında yeniden doğan Murat, vizyonu ve cesaretiyle büyük bir alkışı hakediyor.
Bu arada 2: Likör fabrikasının tarihini araştırırken (bir kez daha) rahmetli Güngör Uras’ın bu konuda yazdığı yazıdan yararlandım. Güngör Bey’den sonra kim yazacak bu yazıları?
Devlet Bahçeli, “Fransa’daki sarı yeleklilere özenen bedel öder” deyip topluma sopa göstermiş. Asayiş söz konusu olduğunda gölge içişleri bakanı, af istediğinde gölge adalet bakanı, zaman zaman ise sadece gölge olan, “iktidar ortağı-muhalefet partisinin lideri” Devlet Bey, hiç niyeti olmayanları eyleme kışkırtır gibi bir hal içinde. Twitter’da “Ne olmaktadır, el birliğiyle eşeğin aklına karpuz kabuğu mu düşürülmeye çalışılmaktadır” minvalinde yazdığında, “Yaklaşan seçimler yüzünden yine mağduriyet, yine çalkantı yaratmaya çalışıyorlar” yorumları geldi bol bol. Biri de, “Biz Geziciler çekirdek çitleyip izliyoruz valla, hiç sarı yelek giymek gibi bir niyetimiz yok” dedi…
Kölelik yasası
Macaristan’da çalışanların yıllık çalışma sürelerini 250 ila 400 saat (yani haftada 5 ila 8 saat) artıran yeni yasaya verilen ad bu. Kölelik yasası. Yasa meclisten geçti, Orta Avrupa’nın “nerdeyse diktatörü” Başbakan Victor Orban yasayı “Daha çok çalışıp para kazanmak isteyenlerin önündeki bürokratik engelleri kaldırdık” diye savundu. İşte popülist siyasetçilerin kafalarının da dillerinin de “başka türlü” çalıştığını gösteren, dört dörtlük bir açıklama daha!.. İnsanın aklına hemen Nazi toplama kamplarının girişindeki “Arbeit macht frei - Çalışmak özgürleştirir” sloganı geliyor! Bir de içkiye savaş açılan bir ülkedeki iktidarın “Halkımızın sağlığını korumak bizim anayasada yazan görevlerimizden biridir” gerekçesi. O ülkede sağlık namına başlatılan mücadele, insanların hatıra fotoğraflarından bile içkiyi kaldırmalarına yol açmıştı. Macaristan’da hak olarak getirilen daha fazla çalışmanın, yakında zorunluluk haline geleceğini kestirmek için siyaset bilimi doktorası yapmaya gerek yok…
Türkiye’de bipsiz dütsüz, blursuz, biraz öpüşmeli koklaşmalı, biraz da hızlı tempoda çekilmiş dizi izlemek isteyenlerin abonesi olduğu birkaç dijital platform var. Netflix, BluTv, Puhu TV Amazon Prime…
Ama insanların eve kapanıp kendi kendilerine, gecede sekiz on bölüm dizi izlemesi de birilerini rahatsız ediyor belli ki… Ertesi gün verimlilik düşüyor diye değil tabii. Kocaman olmuş insanların ahlaklarına bekçilik etmek istendiği için. Bu iş de RTÜK’e verilmiş. İnterneti kuşa çevirdik, bu platformların tüylerini de sen yol denmiş. RTÜK de kendisine verilen bu görevin arkasındaki millet iradesini güçlendirmek için bir anket yaptırmış.
İki bin 600 kişiye, “Bu platformları deneyleyelim mi” diye sormuşlar, cevap verenlerin yüzde 70’i, evet denetleyin demiş. Tabii insan her yerden denetlenmeye alışınca, küçücük bir delikten serbestlik rüzgârı estiğinde bir yerleri tutulacak diye huzursuz oluyor, onlar da haklı. Ancak bu araştırmanın sonucunu “güzel” hale getiren, bu yüzde 70 değil. Bu platformlar denetlensin diyenlerin yüzde 95’inin bu platformları takip etmediğinin ortaya çıkması. Nasıldı o söz? Vatandaşı olmasan…
Ankara’dan Konya’ya giden hızlı trenin yaptığı kazanın ardından Demiryolları Genel Müdürü sosyal medyadaki dükkânını kapatmış. Cama da “namaza gittim, döneceğim” yazmamış. Kazayla ilgili açıklamayı gazetecilere Ulaştırma Bakanı yapmış. Haberin unsurlarından biri, kazaya yayın yasağı getirilmemiş olması. Artık yasaklama değil, yasaklamama haber oluyor… Bakan da açıklamasında olayın nasıl olduğunu anlatmış. Trenler kafa kafaya çarpışmış, yaralı sayısı, ölü sayısı… Gazeteciler bakana olayın neden olduğunu sorunca da “Teşekkürler arkadaşlar” diye cevap vermiş. Yani “soru almıyoruz”un kibarcası… Biz de kibarca cevap verelim “Lafı mı olur efendim. Asıl biz teşekkür ederiz.”
Bu hafta ne yaptım?
Can Kozanoğlu ile birlikte Storytel için yaptığımız podcastımızda yeni bölümler kaydettik. Edebiyatçılarla sohbet ettiğimiz podcastın adı, İlk Sayfası. Şu ana kadar 20 yazarla konuştuk. “Nasıl yazıyorsunuz, nasıl yazılır” diye sorduğumuz söyleşi dizisinde bu haftaki konuklarımız Celil Oker, Doğu Yücel, Sevin Okyay ve Müge İplikçi’ydi. Önceki bölümlere podcast platformlarından ve Spotify’da ulaşabilirsiniz.
Marka Konferansında iki oturum yönettim. Bu yılki oturumlardan birinde, “event” ve tasarım ajansı olarak 25 yıldır Türkiye’nin turizm kampanyalarından Expo projelerine kadar pek çok işi üstlenen ajansın kurucuları Esra Ekmekçi’yle ve Arhan Kayar’la konuştum.
Diğer oturumdaysa Türkiye’nin en önemli ihraç ürünlerinden biri olan Türk dizilerini konuştuk. Türk dizilerini ve filmlerini yurtdışına satan Madd Entertainment’in Genel Müdürü Ateş İnce, Arjantin’in en çok izlenen kanalı Telefe’nin başkan yardımcısı Dario Tolevezky, oyuncular Bergüzar Korel ve Engin Akyürek bu oturumda konuğumdu. Dario, Türk dizilerinin tüm Latin Amerika televizyonlarını nasıl ele geçirdiğini, izleyicinin diziler ve oyuncular için nasıl deli olduğunu anlattı, Bergüzar ve Engin, Latin Amerikalı hayranların bu “deli olma halinin” kendilerine nasıl yansıdığından örnekler verdi. Ateş ise bu pazara yalnızca dizi satmadıklarını Arjantinli yapımcılarla ortak prodüksiyonlara gireceklerini söyledi.
Cem Say’ın yazdığı Yapay Zekâ kitabını okudum. Say, lise fizik bilgisini aşmayacak seviyede bir üslupla, yapay zekâ hakkında aklınıza gelen gelmeyen 50 soruya cevap veriyor. Profesör Say, bu alana uluslararası katkı yapan, ülkedeki en yetkin isimlerden biri.