Ölüme 269 gün direnebilen küçük Berkin, ölümüyle de bize kocaman dersler verdi. Cenazesi Türkiye tarihinin en kalabalık cenazelerinden biri oldu. Herkes vardı o cenazede ama herkes.
Cenazeye katılanlar Berkin’in yüreği gibi kocaman bir mesaj verdiler: Daha özgür bir Türkiye’de yaşamak.
Cenaze boyunca var olan sağduyu, Berkin’in defnedilmesi ile polis bozdu. Yine bildiğimiz manzaralar yaşadık. Dünden bu yana Tunceli’de bir polisin, Okmeydanı’nda bir gencin ölüm haberi geldi. Yaralananlar ve gözlerini kaybedenler de var.
Gezi’nin üzerinden 9 ay geçti. Son iki günde gördüklerimizin özeti; Gezi’den hiç ders almamış olması.
Hükümet, 9 ay önce Gezi’nin içinde barışçıl biçimde dile getirilen yaşam tarzına müdahale kaygısını, özel alanların daralması endişesini ve korkularını anlamak yerine; onları yok sayan hatta küçümseyen bir siyaseti, dili ve söylemi tercih etti.
Gezi’de ortaya çıkan barışçıl politikalar, AK Parti'nin 2011’in sonundan itibaren mikro alanda “değer” temelli siyasal tercihlerine itirazdı. AK Parti, doğum şekli sezaryenin, kürtajın yasaklanma girişimi, çocuk sayısının yüksek sesle tavsiye edilmesi, alkol tüketiminin düzenlenmesi, kültürel, dinsel hatta cinsel kimliklerini kamusal alanda ifade edilip edilmemesi konularında demokratik bir toplumsal tercihin değil muhafazakâr ve farklı olanlara kendi kültürel normunu empoze eden tercihler olarak siyasallaştırdı.
Gezi’de barışçıl protestoları merkezinde bu politik tercihlere itiraz vardı. İfade edilen bu kaygı, endişe ve korkulardı. Hükümet ve Başbakan bunları anlamak, yaşananları açıklamayı tercih etti. Dış güçlerden faiz lobisine, Zello ile örgütlenmeden masum bir tiyatro oyununa kadar pek çok “açıklayıcı” gerekçe sundular.
Ama bunların hiçbiri toplumda yaşananları anlamayı, o talepleri görmeyi içermedi. Başbakan Erdoğan Gezi’nin başından itibaren “yüzde 50 söylemi” ile varsaydığı kendi tabanı ile “ötekiler” dikotomisi kurdu.
AK Parti’nin bu tercihi aynı dönemde dış politikada uğradığı yenilginin psikolojik yansıması oldu. Arap Uyanışı’dan sonra AK Parti’nin kendisine biçtiği dinsel kardeşliği, mezhep ortaklığı üzerinden biçtiği bölgesel liderlik; önce Suriye sonra Mısır’da darbe aldı. Bu anlamda Gezi’de ortaya çıkan siyasal dil, kendini Ortadoğu’da hegemon güç görmeyi arzulayan ama bunu gerçekleştiremeyen bir iktidarın, içe dönerek aynı dinsel ve mezhepsel bağ ile tabanının güçlendirme tercihi oldu. Başbakanın siyasal üslubu da bunu destekledi.
Rabia işareti tek başına bu söylemin referansı oldu.
“Cami’de içki içildi, Kabataş'ta saldırıya uğrayan başörtülü kadın” söylemi neredeyse her mitingde, her konuşmada dile geldi. Sonuçta bunların gerçek olmadığı ortaya çıktı.
Ardından 17 Aralık geldi. 17 Aralık’ta ortaya çıkan basit değil ciddi yolsuzluk iddiaları soruşturmaları oldu. Hükümet ortaya çıkan yolsuzluk iddiaları konusunda hukuki süreci işletmede imtina ederken; bu soruşturmaları kendisine yönelik “darbe” görüp, emniyetten yargıya ciddi bir tasfiyeye ve yer değişikliğine gitti. Bu da yetmedi, yargı fiili olarak yürütmeye bağlandı. Yetmedi, bu süreçte çıkan tüm yasalar neredeyse tüm Türkiye’nin temel hak ve özgürlüklerini daraltan düzenlemeler oldu.
Yakın geçmişe kadar ortak olduğu cemaati sadece devlette değil kamu ve kamusal alanda da çıkarıp özel alana hapsetmeye yöneldi. Fethullah Gülen’e, cemaatin önde gelenlerine nefret suçuna girecek derecede sert eleştiriler yönetti. Gezi’de laik seküler kesimi karşısına almaktan çekinmeyen Erdoğan, 17 Aralık ile birlikte muhafazakâr cemaati de karşısına aldı.
Bu süreçte devlet tüm kurum ve kuruluşlarıyla iyice AK Partilileşti ya da tersten söylersek AK Parti bizatihi devletleşti.
AK Parti devletleştikçe devletin alanı büyüdü. Devletin alanı büyüdükçe toplumsal alan yani siyasal alan daralacak. AK Parti ele geçirdiği devlet üzerinden toplumu dönüştürmeye soyunuyor şimdi. 30 Mart’ı bunun bir adımı görüyor. Sadece kendisi için oy istemiyor, kurmak istediği yeni düzen için de oy istiyor.
Erdoğan, Türkiye’nin yüzde yüzünün Başbakanı olmayı değil AK Parti seçmenlerinin Başkanı olmayı yeterli sayıyor. Siyasal meşruiyetin AK Parti seçmenlerinden geçtiğini varsayıyor.
Bu anlayış, bu dil, bu söylem tek bir işe yarıyor; toplumun zihnen bölünmesine. Burada coğrafi bir bölünme değil kastettiğim. Zihinlere yaşadığımız, bizi bir arada tutan toplumsal değerlerin en başta din olmak üzere, kültürel, mezhepsel olarak yaşadığımız bölünmedir. Ve bu bölünmeyi durdurma sorumluluğu olanların bu konuda hiçbir adım atmaması da, bunun bilinçli bir tercih olduğunu gösteriyor.
Berkin’in ölümü bu yüzden, bir kıvılcım oldu. İnsanlar yeniden sokakları, meydanları doldurdu. Berkin’in ölümüne sokaklarda verilen tepki, Türkiye’nin yaşadığı zihni bölünmenin yansımasıdır. AK Parti’nin ötekileştirdiklerinin, AK Parti’ye tepkisidir.
Artık adını da koyalım; yaşadığımız bu trajik tablonun ne yazık ki, en büyük sorumlusu da Başbakan Erdoğan’dır.