Siyasi yelpaze dendiğinde akla gelen “sol/sağ” eksenidir. Bu eksen Türkiye’de (yeterince) açıklayıcı görünmese de kanımca hala en açıklayıcı kavramsallaştırmadır.
Türkiye’de sol/sağ ayrımının anlamlı görünmemesinin temel nedeni, Siyasetin evrensel ölçülerde bugüne kadar “istisnai dönemler” dışında kurumsallaşamamış olmasından kaynaklanmaktadır.
Siyasi partilerin varlığı “Siyasetin” varlığını garanti etmez. Çünkü yapılan siyasete, siyasetin alanına, siyasete kimlerin girebileceğine, toplumsal taleplerin ne olacağına, bu taleplerin temsilcisi olan partiler değil, devleti kuran askeri/sivil bürokrasi karar veriyorsa siyasetten değil, vesayetten söz etmek mümkündür. Bu vesayet/siyasetsizlik hali, tek partili hayattan çok partili hayata geçişte de değişmemiştir.
Siyasetin olmadığı yerde, siyasi partilerin kendilerini sol/sağ olarak konumlandırmaları, önünde “merkez” kavramı ile mümkün olmuştur. Buradaki merkez, kuşkusuz “devlet”tir. Yani devletin solcu ve sağcı partileri.
Ana referansını ve meşruiyetini devletten alan partilerin isimleri farklı olsa da bunların siyasal olarak ortak ekseni “statüko”dur.
Siyasetsizliğin siyasetini yapan partiler, esas olarak devleti/statükoyu temsil eden partilerdir. Bu açıdan Türkiye için sol/sağ ayrımından önce açıklayıcı eksen; “statüko/değişim”dir.
İstisnai dönemler dışında Türkiye’de siyaset, devletin bahçesinde yani statüko üzerinden yapılmıştır.
Bu yapının, kurumsal olarak değişmeye başlaması 1990'ların başında başlamış ve 2002 seçimlerinden sonra AK Parti ile süreklilik kazanmıştır. Türkiye'de Kürt sorunundan Kıbrıs meselesine, Alevi sorunundan dış politikaya kadar pek çok alanda “devlet” değil “toplum” referanslı siyaset başlamış, Türkiye bir anlamda “Siyaset” ile tanışmıştır.
AK Parti’nin devletten uzaklaşıp topluma yaklaşması, Türkiye’de siyaseti evrensel anlamda “sol/sağ” eksenine taşınmasının önünü açmıştır. Ancak bu kısa ömürlü olmuştur.
2011 seçimleri sonrası başlayan süreç, AK Parti’nin toplumdan yeniden devlete dönüşü yani siyasetin yine devlet bahçesine taşınması sürecidir.
Bu tarihe kadar siyaseti devletten topluma taşıyan ve değişimi temsil eden AK Parti, özellikle değer temelli tercihlerde (içki kullanımı, kürtaj, sezaryen, eğitim vs.) oy aldığı çoğulculuğa göre değil içinden çıktığı “Milli Görüş” geleneğinin muhafazakârlığını topluma dayatmaya girişmiştir.
AK Parti, sandıktan elde ettiği gücü ve iktidarı, plebiseter çoğunlukla “devlet” olmaya soyunmuş “iyi insanlar” aracılığıyla toplumu, yukarıdan aşağıya şekillendirmeye girişmiştir.
Yani AK Parti, artık toplumsal değişimi temsil eden değil, toplumu kendi dünya tasavvuruna göre dönştürmeye yönelen bir parti olmuştur. “Halk ihtilali” ile başlayan süreç, “devletin halka ihtilal” yapmasına dönüşmüştür. Askeri/sivil vesayeti bitiren AK Parti, bu kez kendi bürokratik vesayetini kurumsallaştırmaya girişmiştir.
Böyle bir iktidar, sandık meşruiyetine sahip olsa bile, toplumsal farklıkları yok saydığı, çoğunlukcu olduğu, hukuku yürütmeye bağladığı, özel alanımızı her alanda sınırladığı ölçüde, siyasal meşruiyeti tartışmalı hale gelecektir.
Bu açıdan AK Parti, 2011 sonuna kadar statüko/değişim ekseninde değişimci, bu tarihten sonra ise statükocu olmaya evrilmiştir.
Bugün toplumun temsil edileceği alanda ciddi bir boşluk vardır. Bunun için muhalefete özellikle de CHP’ye önemli bir sorumluluk düşmektedir.
CHP’nin bu tabloda ilk görevi, siyasal meşruiyetini devlette değil toplumda araması; devleti sahiplenmeyi bırakıp topluma, toplumsal taleplere sahip çıkmalıdır.
CHP ve muhalefet partilerinin AK Parti’nin rakibi olmalarının yolu ,değişimden yani devletten toplumsal alana geçişle başlayacaktır.
Kabul edelim ki, bundan sonraki süreçte, içinde olduğu politikalarda 180 derecelik bir dönüş yapmadıkça AK Parti’nin, Türkiye’yi normalleştirme, demokratikleştirme şansı yoktur. AK Parti, kendi Türkiye’sini tepeden başlayarak kurmaya girişmiştir.
Türkiye’yi normalleştirme ve demokratikleştirmeye potansiyel olarak en yakın parti CHP’dir. Bu süreçte CHP’nin siyaseten en güçlü ortaklarından birisi bölgedeki STK’lar, kanaat önderleri ile birlikte kuşkusuz siyasi olarak da HDP olmak durumdandır.
Elbette Türkiye’nin normalleşme ve demokratikleşmesinin ana hattı ise, kuşkusuz siyasi ve sivil alandaki devlet mağdurlarından oluşacak bir “demokrasi koalisyonunu” kurmaktan geçiyor.
CHP'nin bu demokrasi koalisyonunun taşıyıcısı olması için yapması gereken tek şey var; kendisini statükodan değişime yani devletten topluma taşıyacak ideolojik/düşünsel bir yenilenme ve bunu taşıyacak bir kadrodur. CHP’nin ana referansı, artık devlet değil toplum olamalıdır.
Hafta sonu yapılan olağanüstü kurultay bu yolda ilk adımdı. İkinci ve üçüncü adım; Cumartesi toplanacak PM sonrasında belirlenecek MYK’nın belirlenmesi ve kısa sürede ortaya konacak Türkiye Vizyon belgesidir.
Bunun içinde, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu kendisi ve CHP için elde ettiği bu şansı kullanmalı ve hızlı ve risk alacak hamleler yapmalıdır.
@murataksoy