Gene bir Abdülhamid tartışması başladı. Uzun süre devam eder mi, bilemiyorum, ama bayağı şiddetli başladı.
Nedendir acaba, bizim memlekette bir siyaset tartışması bitmez, bitemez? Durulabilir, bir süre konuşulmayabilir, ama bitmez.
Başka ülkelerde de var mıdır böyle bitmez tükenmez tartışmalar? Olabilir. Örneğin Fransızlar da sever bu tür gayya kuyularını. "14. Louis iyi bir kral mıydı? Kötü bir kral mıydı?" Bu sorunun herkesçe kabul görmüş bir cevabı var mı Fransa'da? Galiba yok.
Ama tarihini daha sakin yaşamış toplumlar böyle değil. Örneğin İngilizler Kraliçe Victoria'yı tartışmıyor. Oysa o da uzun süre yaşamış, o kraliçeyken bir yığın önemli olay olmuş. İki adam, birbirinin karşıtı diyebilirsiniz, muhafazakâr Disraeli ile liberal Gladstone, onun zamanında, neredeyse "münavebe" ile, başbakanlık yapmışlar. Onların kavgası da yapılmıyor bugün Britanya'da.
Bizim burada, "iyi yaptı/kötü yaptı" bir yana "ne yaptı?" kısmında dahi bir anlaşma yok. Şu son alevlenmede merak ettim, biraz baktım söylenenlere, kimisi bir "cengaver" edasıyla atılıyor "er meydanına", ama olguları bilmiyor. Hani Abdülhamid iki gün önce irtihal-i ruh eylemiş de ne yaptığını saptayacak vakit halen bulunamamış gibi.
Abdülhamid konusu özellikle böyledir bizim memlekette. Bu kavgayı izlemek ilginç ve aynı zamanda öğreticidir: Cumhuriyet boyunca verilmiş ideolojik tartışmaların yansıdığı noktalardan biridir. Uzun süre "resmi ideoloji" aynı zamanda "egemen" ideolojidir. Buna göre de Abdülhamid kötü bir adamdır. Öyle düşünmeyen çok kişi vardır ama sesleri pek duyulmaz. O cephenin sessizliğini Necip Fazıl bozar. Bozması da gerekir, çünkü Abdülhamid Pan-İslamizm'i de temsil eder, Ancak Necip Fazıl, henüz, aydın kesimin "süper-mürşit" diyerek dalga geçtiği, eksantrik bir adamdır. Genç Tayyip Erdoğan gibi müritleri olan, ciddiye alınmayacak bir kişi!
Türkiye'de "İslamcı siyaset" güç kazandıkça Necip Fazıl da, Abdülhamid de, prestij kazanır. "Kızıl Sultan" olur "Ulu Hakan"... Tabii bir meşrebin gözünde böyle. Öbüründe bir değişiklik olmaz: "Ulu Hakancılar" "Kızıl Sultancı" kesimi etkilemez. Bizim tartışma adabımız böyle "mutlakçı" bir kılığa girmek zorundadır.
Osmanlı'nın zayıfladığı son demlerinde şehzadelerin eğitimi de bozulmuştu. "Hanedan çocuğu", okula filan gönderilmez (Bir seferinde, gönderilen bir şehzadeye sıradan bir öğrenci "el kaldırmıştı", ortalık birbirine girmişti. Şehzadelerin sarayda özel hocalardan eğitim almasına karar verilmişti. İyi de, şehzadeye "Sana verdiğim ödevi niçin yapmadın?" diyecek hoca bulmak kolay değildi. Molla Gürani'lerin nesli tükenmişti. Bu olumsuz koşullar içinde Abdülhamid ve ağabeyi Murad (beşinci) kendi çabalarıyla ötekilerin epey ilerisinde "dünya öğrenmiş" iki şehzadedir. Son dönemin düşünmesini bilen iki şehzadesiydi bunlar (ama Murad içki düşkünlüğüyle kendini zayıflatmış bir kişiydi).
Abdülhamid'in eğitim alanında yaptığı işler olumludur, ciddiye alınmalıdır. Toplumun eğitim düzeyini yükseltmek için çok çalışmıştır. Bu çabalarına bakınca onu bir "Batı düşmanı" olarak damgalamak da fazla "kolaycı" bir tavır haline gelmektedir. Sivil eğitime katkısının dışında orduyu olduğundan çok daha meritokratik bir yapıya sokmak için de çalışmıştır. Tahtı kaybetmesinin nedeni de son analizde bu alandaki başarısını gösterir.
"İslamcı" oluşu herhangi bir padişahtan daha dindar olmasına değil, bir "reel-politik" karara dayanır. Pan-Otomanizm'in bir yere varmayacağının anlaşıldığı bir evrede İslam'ı toplumun "çimentosu" haline getirme kararıdır bu. Bu da onun istediği sonucu vermemiştir ama "saçma" bir düşünce değildir.
Müslümanlık, en yüksek nitelikli konyağı içmesine engel değildi.
Ne gibi koşullarda saltanat sürdüğünü incelediğimiz zaman "dış politika" konularında da kof bir adam olmadığını anlarız. Diplomatik basireti herhalde Enver'inkinden geride kalmazdı. Gelgelelim, Düveli Muazzama içinde Almanya'yı "yakın dost" haline getirmek gibi hiç de olumlu olmayan dönüşleri yapan da odur. Kendi yönetim üslubu bu tercihi yapmasının başlıca nedenidir. Dünya Savaşı başlarken tahtta oturmaya devam ediyor olsa, Almanya'nın ardına takılmama sağduyusunu gösterebilir miydi? Pek sanmıyorum.
Bu arada, savaşta kullanılan donanmanın, İttihatçılar'ın başvurusu üstüne "sabık" Sultan'ın bağışladığı servetle (genellikle mücevherat) satın alındığını da unutmayalım.
Yani, her insan gibi Abdülhamid de hem iyi, hem de olumsuz özellikleri olan bir adamdı. Kendi aklımızdaki siyasi ideale göre olumladığımız ya da tersine olumsuzladığımız nitelikler soyut şeylerdir. İnsan bireyi ise bu kadar soyut ve bu kadar "değişmez" bir şey değildir. Onun için pirüpak ya da safi kusur bir Abdülhamid yoktur; çeşitli özelliklerin her zaman aynı davranışı da göstermeyen bir karışım söz konusudur.
Bugünkü iktidar kusursuz bir Abdülhamid istiyor. Bir "Ulu Hakan" görmek istiyor. Bunun bir nedeni şöyle bir şey olabilir.
Modernleşmeye doğru adım atmakta hayli geç kalan Osmanlı devletinin "kalemiyeden mülkiyeye" geçmesi ve önemli eksikleri olsa da birtakım meziyetler edinebilen bir bürokrasi yaratması Mustafa Reşit Paşa'yı beklemek zorundaydı. Paşa elinden geleni yaptı. Onu izleyenler de rotayı değiştirmediler. Ali Paşa, Fuad Paşa, Midhat Paşa, Saffet Paşa v.b. bu yolda çalıştılar -Abdülhamid'in paranoyası işe karışıncaya kadar böyle gitti. Ama Sultan, her işten haberdar olmadıkça rahat edemiyordu. Onun için Reşit Paşa'dan beri oluşmuş hiyerarşiyi altüst etti, her işi kendine bağladı.
Abdülhamid'i bugünkü iktidarın gözünde örnek alınacak bir yönetici haline getiren etken onun bu özelliği de olabilir. Dediği dedik bir "otorite" ve "itaatkâr" olmayı öğrenmiş bir toplum; bu ikisinin arasında herhangi bir inisiyatif almaya talip olmayan, emir kulu bir bürokrasi.
Bu hedefe henüz varmamış olabiliriz, ama epey yaklaşmış olduğumuz belli. Tayyip Erdoğan'a bir seçim başarısı daha... oradayız. Onun için Erdoğan geçmişe dönüp bakıp Abdülhamid'i görünce, geleceği görmüş gibi oluyor.