Gezi Davası’nın son duruşmasında davanın ertelendiği süre bitti, bugün duruşma günü.
Bu davanın, ilk gününden itibaren, bizim bildiğimiz hukukla bir ilgisi yoktu. Evrensel hukuka pek de benzemediğini bildiğimiz Türkiye hukukuyla da bir ilgisi yoktu. Normal zamanlarda uygulanan yasalara pek benzemediğini bilip öğrendiğimiz Türkiye sıkıyönetim hukukuyla da bir ilgisi yoktu.
Anlamsız uzun bir tutukluluk sonrasında bu baştan başa garip dava başladı. Şimdiye kadar beş duruşma mı, ne, öyle bir şey oldu; bunların her birinde garabet listesine yeni ögeler eklendi. Bunları gözlemleyen insanlar olarak, aramızda bugünkü duruşmadan hukuki bir sonuç çıkmasını bekleyen sanırım pek yoktur.
Davanın uzun süre tek tutuklu sanığı Osman Kavala’yı zamanında dünyada tanıyan da çoktu, ama şimdiki gibi tanınmıyordu tabii. Şimdi Osman Kavala bütün dünyada bilinen bir ad. "Osman Kavala"nın adı olması dışında, onun epey ötesinde, dünyada Türkiye’nin ne durumda olduğunu anlatan bir simge haline geldi.
Dışarıda böyle de, içeride de, yani AKP’nin içlerinde olup da bu davanın hukukla ilgisi olmadığını gören çok kişi olduğu anlaşılıyor. Bazıları dikkatli bir dille bu düşüncelerini çıtlatıyor da.
Ama iktidar bildiğini okumaya devam ediyor.
Mahkeme kurulu da öyle. "Şunu hukuka benzetmek için bir şeyler yapalım" dedikleri de yok. Bu da sanki bir "meydan okuma". "Biz adamı böyle yaparız" demek gibi bir şey.
Ayşe Buğra, "Batı ile son ilişkileri de atmak için yapıyorlar sanki" diye yorumlamıştı. Olabilir. Bir "inatlaşma" söz konusu sanki. İçeriyle de dışarıyla da bir inatlaşma. Olay eleştirildikçe, sözgelişi AİHM kararı gibi müdahaleler geldikçe, bu direnç de güçleniyor. Çok garip bir şekilde, bu faşizmi koyultma işlemine de "onurumuzu korumak" gibi adlar yakıştırılıyor. Nedense böyle korunuyor "onur"; demokratlaşarak değil -öylesi, "zaaf".
Bu olayı bir rastlantıyla bir araya gelmiş birkaç yargıç ve savcının bu biçime getirdiğini düşünmek mümkün değil. Onların başka yerde verilmiş kararı uygulamakla görevli kişiler olduğu belli. Zaten o makamda kimlerin olacağı çeşitli müdahalelerle belirlenmişti.
Türkiye düz değil "helezoni" diyebileceğimiz bir hareket tarzıyla, ağır aksak, ama demokrasi doğrultusunda yürüyen bir toplumdu. Bu doğrultuya direnen kesimler vardı, zaten süreci ağırlaştıranlar da onlardı. Ama Tayyip Erdoğan’la bu ağır aksak gidiş de durdu. Durdu ama bütün bu yıllar boyunca kazanılmış "mevziler", edinimler vardı. Erdoğan’ın bunları kazıması zaman aldı, alıyor. Kavala davası bu çerçevede ilginç ve anlamlı, çünkü bu dava Erdoğan’ın varmak istediği yeri gösteriyor. İstediği Türkiye’yi yaratmayı başardığı zaman adaletin, hukukun, mahkemenin alacağı biçimi gösteriyor.
Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Partisi’ne miras bıraktığı hisse senetleri benim ilk gençliğimde, Menderes başbakanken bir sorun haline gelmişti. Ellilerin olayı, yarım yamalak kalmış belleğimde. Kenan Evren’in saldırısı tabii çok daha net hatırlanıyor. Şimdi üçüncü "hisse senedi" savaşı başlıyor. Cumhurbaşkanı "talimat" vermiş. Bir an önce bu işin yapılması gerekiyormuş, beklemeye tahammülü yokmuş. Atatürk öleli seksen yılı geçti, o hisseler CHP’nin elinde olduğu için herhangi bir kötülük olduğunu, kimsenin zarara uğradığını görmedik. Neyse, madem öyle buyurdu, öyledir.
Mirasa müdahale bana kişi haklarına müdahale gibi geliyor. Filanca kişinin elinde şöyle bir maddi imkan var; ölümünden sonra bunun falanca kişinin eline geçmesini istiyor. Sağlığında buna karar verdiği gibi ölümünde de böyle olmalı.
Kimin mirasının kime kalması gerektiğine başbakanlar, cumhurbaşkanları karar veriyorsa, bunun olduğu ülkede nasıl bir rejim vardır?
"Gezi Davası"nın mümkün ve normal olduğu türden bir rejim vardır.