Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bir Harbiye Nezareti’miz vardı; bu Nezaret’in son “Nazır”ı da Enver Paşa’ydı. Aklımda doğru kaldıysa İstanbul hükümetlerinde bu adlandırma değişmeden devam etti, Ankara’da ise —yirmili yıllarda— “Milli Müdafaa Vekili” bulunuyordu. Ankara’nın adlandırması kendi durumuna olduğu gibi dünyadaki genel gidişe de uygundu. Başka ülkelerde de başlangıçta “Harbiye” kavramı kullanımdaydı. Dünya Savaşı “harp” denen bu etkinliğin nasıl bir felaket olduğunu sergiledikten sonra etkinliğin adı da kulağa kötü gelmeye başladı. Dolayısıyla içinde bir “meşruiyet” çağrışımı taşıyan “savunma” kavramı tercih edilir oldu. Devletler değil de bireyler arası ilişkileri düzenleyen hukukta da “müdafaa-i nefs” diye bir durum ve kavram var ve buna göre kendinizi savunur durumdaysanız karşıdakini (“saldırgan”ı) öldürseniz bile bir suç işlemiş sayılmıyorsunuz.
Böylece “savaş” bakanlıkları “savunma” bakanlıklarına dönüştü ama yaptıkları iş değişti mi?
Buna “evet” diye cevap vermek kolay değil. Bu da bir erken “political correctness” durumu: Gerçekliği değiştiremeyince gerçekliği dile getirmek için kullandığınız kelimeleri değiştiriyorsunuz. Adı “savunma” da olsa, bu bakanlıkların işi “savaş”; tabii her an biri çıkıp “En iyi savunma saldırıdır” diyebilir. Herkes de “Ne akıllı adam” diye alkışlayabilir.
Nereden esti de yazıyorum bunları? Cumhurbaşkanı’nın bir savaş gemisinin Deniz Kuvvetleri’ne teslim edilmesi törenindeki konuşmasını okudum da, ondan yazıyorum. Tayyip Erdoğan bu görece yeni yerleşmiş terminolojiye kontra gitmiyor. O da “savunma”dan söz ediyor. Ama hem konuşmasının genel havasında, hem de belirli paragraflarında, sorunun “savunma” ile sınırlı olmadığını ima eden şeyler var.
Bunlara gelmeden önce bu yakınlarda Cumhurbaşkanı’nın “nükleer silah” üstüne söylediklerini de bir hatırlatayım. Cumhurbaşkanı yalnızca bunlara sahip olmak istediğini değil, bu alanda çalışmalar olduğunu da belirtmişti.
Örneğin şu paragraf: “Tarihe baktığımızda görüyoruz ki, deniz gücü kuvvetli olanlar daima yükselmiş, deniz gücünü kaybedenler zaafa uğramıştır. Bu bakımdan güçlü bir donanmaya ihtiyacımız dün vardı, bugün de var, yarın da olacak.”
Buradaki tespitin doğru olmadığını söyleyemeyiz. Doğruluğunun en sağlam kanıtlarından biri Britanya’nın imparatorluğudur. Karaların büyük komutanı Napoléon’u da bu üstünlüğü sayesinde yenilgiye uğratmıştır. Başka birçok örnek de sayılabilir. Cumhurbaşkanı’nın tarih analizine bir diyeceğim yok ama bunun sonucunu bugüne ulamasından, bununla yetinmeyip “yarın”ı da işe katmasından mutluluk duyduğumu söyleyemem. Bu konularda kendi benimsediğim tavrın bu ilkede tamamen “marjinal” olduğunu biliyorum. “Sokaktaki Adam”a ya da Erdoğan’a muhalif partilerin temsilcilerine sorun, onlar da Erdoğan’ı destekleyen değerlendirmeler yapacaklardır. Konu bu noktaya gelince “seküler” ya da “mütedeyyin” ayrımı ayrım olmaktan çıkar, herkes aynı teraneyi tutturur.
“Madem uyuyan devi uyandırdılar, sonuçlarına da katlanacaklar” cümlesinde de bir “savaş ilanı” üslubu görüyorum. Burada “gramer” açısından “edilgin” cümleye dönüyoruz ve “devi uyandıran” öznenin kim olduğu anlaşılmıyor. Böyle birinin ya da birilerinin olduğu ise anlaşılıyor çünkü yalnız bu cümlede değil, başka paragraflarda da onlardan söz ediliyor: “Birliğimize ve bütünlüğümüze göz dikenler…” var, örneğin. “Esasen, özellikle son altı yıldır birbiri ardına yaşadığımız sıkıntıların gerisindeki sebeplerden biri de Türkiye’yi işte bu hedeflerine ulaşmaktan alıkoymak olduğu açıktır.” Alıkoymak isteyenin kim olduğu gene belirsiz (ama söylenince kendisi herhalde anlayacaktır). “Altı yıl” akla hemen Gezi’yi getiriyor. Bunlar, “…bizim açık ikazlarımıza rağmen üzerimize, üzerimize geliyorlar, bunun da sonuçlarına katlanacaklar.”
Kimliği bir türlü açıklanmayan bu kötü niyetliler, belli ki, yaşanan ekonomik sıkıntıların da sorumlusu. Zaten Erdoğan bu korvet töreninden çok önceleri de bunun böyle olduğunu anlattı durdu. Anlattıklarından çıkan sonuç, olup bitenler arasında “olumsuz” diyebileceğimiz her şeyin bugünkü iktidar dışında bir “fail”i olduğu. Türkiye ağır saldırı altında ve iktidar bu saldırıyı defetmek için cansiperane savaşıyor. “Dış düşmanlar” var ve bu koşullarda iktidara sorumluluk payı çıkaranlar da onlarla birlikte hareket ediyorlar ve dolayısıyla “hain-i vatan” oluyorlar. Sonuçta dünyaya AKP iktidarından farklı bakmak da bir “ihanet” kategorisine giriyor. Süren davalar, verilen hükümler de bunun böyle olduğunu gösteriyor.
Törendeki konuşmasında Erdoğan “savunma sanayiimizi” yerlileştirmemizi özellikle vurguluyor. Bu, şüphesiz, önemli bir konudur. Yıllarca ihmal edildiği de doğrudur. Yıllarca toplumu vesayet altında tutanlar, bu onların asli işi olduğu halde, bu yönde kaydadeğer bir adım atmamışlardır. Ancak sorun başta sözünü ettiğim “savaş/savunma” muğlaklığına bağlı: Kendimizi korumak için mi silah üreteceğiz, çevremizde hegemonya kurmak için mi?
“Marjinal” kalacağını tekrarlayarak kendi düşüncemi söyleyeyim: Bütün dünyada gereğinden fazla silah olduğunu, bunların nükleer olanlarından başlayarak azaltılması gerektiğini düşünüyor ve söylüyorum. Uluslararası çerçevede bakıldığında bu o kadar “marjinal” değil; aynı şeyleri söyleyecek çok kişi var. Dünya için konması gereken teşhis buyken bazı ülkelerin bütçelerinden büyük paralar ayırarak savaşma güçlerini artırmaya çalışmalarını tutarsız buluyorum. Daha çok bomba edinerek değil, sağlam savunma paktları, ittifakları içinde yer alarak kendimizi daha iyi koruyacağımızı düşünüyorum. Örnek alınacaksa Suudi Arabistan değil, Kosta Rika’nın iyi örnek olduğu kanısındayım. Kaldı ki Türkiye’nin şu anda savunmaya ayırdığı meblağların zaten yüksek olduğunu düşünüyorum. Garantili korunma yaratmanın yolu “güçlü ordu/zayıf toplum” formülünden geçmez. Güçlü toplum, en sağlam savunmadır.
Ancak belli ki Erdoğan buralarda değil. “Kendimizi tanıtmaya devam edeceğiz” retoriğine, Amerika ile ilişkilerin gidişine (burada Amerika’nın konduğu yere Almanya, Rusya, yani konjonktüre göre herhangi bir başkası konabilir) rağmen,
Erdoğan’ın fiilen savaş çıkarmaya hazırlandığını sanmıyorum. Ama toplumu bir tür savaş atmosferi içinde yaşatmak konusunda tutarlı ve sürekli bir tutumu, bir politikası var. Anladığım kadarıyla bu atmosferi kendi iktidarının sürmesi için “zorunlu” olmasa da çok “faydalı” bir ortam olarak görüyor. Ama bu politikanın toplumda yarattığı etkiler son derece zararlı ve uzun vadede bu toplumun bir “toplum” olmasını önleyici mahiyette.