Bir süreden beri "New York Times" bana ilginç görünen bir köşe açtı; adını da "The Ethicist" koydu. Genellikle günlük hayattan çözülmesi müşkül bir durum alıyor: "Bu durumda böyle yapılır" diye kestirip atması zor bir durum. Olabilecek karşıt argümanları sıralıyor ve hemen hemen her zaman bir yargıya varmadan bitiriyor. Okuması bana ilginç geliyordu. "Hayat böyledir işte" filan gibi epey basmakalıp "hikmetler" dillendirerek okuyordum.
Geçen gün bu iş benim için farklı bir mahiyet kazandı. Can Paker öldü.
Can Paker’i hiç tanımamış kişiler açısından bu "haber" ne anlatmış olur? Herhalde fazla bir şey anlatmaz. Uzun yıllar bir Alman firmasının Türkiye kolunu herkesin başarılı bulduğu bir biçimde yönetmiş, bir iş adamı. Son zamanlarda, özellikle emekliliğinde siyasete de elini atmış, 12 Eylül yıllarında demokrasi için çaba harcamış, Soros’un "Açık Toplum" örgütlenmesinde etkin rol üstlenmiş, derken yüzünü AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a dönmüş biri. Dönüş o dönüş; gitgide güçlenen bir bağlanma biçimini almış bu durum. Can Paker bir Erdoğan militanı.
Bu ülkede yaşayan çok sayıda insana hiç de sevimli gelmeyecek bir "kariyer" çizdim. Ülkenin bugün yaşadığı gergin siyasi ortamda, "karşıt cepheden, "İyi olmuş, ölmüş" diyecekler de çıkar; çıkarsa şaşırmam. Peki, bana göre "ne"—ne için yazıyorum bunları?
Ben 1950’lerde ilkokulu bitirdim ve High School’a girdim (o zaman bu adda bir İngiliz okulu vardı). Yatılıydım. Oradaki ilk gece, yatmadan önce erkek okulları için olağan sayılacak bir "azma" durumu vardı. Azanlardan biri ilk kez gördüğüm, Eskişehir’den gelen Can Paker’di.
Kavga ederek tanıştık. Araya girdiler, iş büyümeden yatıştı. Aynı yatakhanedeyiz. O benden bir sınıf büyük. İlk kavga çabuk unutuldu, arkadaş olduk. Zaman içinde bu arkadaşlık ilerledi; birbirimizi arar olduk. 1950'ler, yani yetmiş küsur yıl öncesinden söz ediyorum.
Sonraki yıllarda öyle sık görüşemedik, okullar, okullarla birlikte yürümeyi seçtiğimiz yollar değişti. Bu ayrışmanın başlamasına doğru Can’ın beni Taşlık kahvesine davet ettiğini, "semaverli çay" ısmarladığını hatırlarım. Bu da bir "Yollar ayrılıyor, ne zaman, nasıl görüşürüz?" buluşmasıydı. Bu sırada ben Marksist oldum, Can’ın olmadığını işittim; aldırış etmedim tabii. Sonra tekrar kesişti yollarımız. Kesişene kadar 12 Eylül’ü bulmuştuk (arada seyrek olarak haberleşsek, hatta rastlaşsak da). Yıllar sonra kaldığımız yerden devam ettik ve devam etmesi hiç de güç olmadı. Birlikte Washington’a, Paris’e gittik. Siyasi toplantılarda bulunduk.
12 Eylül’de "YÖK" çıkıp ben de istifa edince birlikte lokanta açmayı konuştuğumuzu da hatırlarım. Bir yandan onun şirketi Henkel’le İstanbul turları yapıyorduk, tango konserleri düzenliyordum. İletişim’i kurarken de Can etraftaydı.
Yani, daha fazla uzatmadan, sırdaştık, dert ortağıydık, siyasette yoldaştık. Benim çözemediğim matematik problemini o çözer, geçer not almamı sağlardı. Saymakla bitmeyecek ayrıntı. "Arkadaşlık" dediğimiz o çok önemli ilişki!
Bu önemli ilişkide önemli bir nokta "Ben onu tanırım; ben onun ciğerini bilirim" ruh halidir. Gel gör ki bir an geldi ve bu ruh hali devam edemedi. Tayyip Erdoğan ve partisi (Gezi direnişi ile birlikte) o güne kadar izledikleri siyasi çizgiyi terkettiler ve üzerinde "demokrasi" yazan bir istasyon bulunmayan bir yola saptılar. O zamandan beri girdiğimiz karanlık yol!
Allah Allah! O da ne? Can Paker de o yolda, Tayyip Erdoğan’ın yanında, daha doğrusu gerisinde, adım atmaya devam ediyor! Bundan vazgeçeceğe de benzemiyor. Sarsıldığımı hatırlıyorum.
Bu yeni durumun erken bir "somut" tezahürü Açık Toplum’da oldu. Can Paker’le Hakan Altınay anlaşamadılar. Niye anlaşamadıkları—ben çok iyi izlemesem de—bugün geldiğimiz noktanın çok uzağında değildi. Görece yakın zamanda tanıdığım Hakan Altınay haklı, yetmiş yıllık arkadaşım Can Paker haksızdı. Ne olacak şimdi? Aslında olayın kendi gelişmesi bizlerin hakemlik etmek üzere işe karışmasını gerektirecek bir noktaya varmadı. Ama ben ciddi bir şekilde alarma geçtiğimi hatırlıyorum. Can’la doğrudan karşılaşma, konuşma iyice azalmış, hatta galiba durmuştu. Bu nasıl iştir, gel de çöz!
Belirli durumlar olur siyasette, gerçekten karar verilemez, karar vermesi çok güçtür. Bu bence öyle bir durum değildi. Tayyip Erdoğan’ın gösterdiği yoldan yürünemezdi. "Bir gün gelir, ‘adamların hakkı varmış’ demek zorunda kalır mıyız?" diyecek bir durum yoktu. Bu değildi bu yazıda anlatmaya çalıştığım ikilem. Yanlış yaptığından şüphe etmediğin arkadaşınla senin arandaki arıza. Sorun bu. Ayrıca "arıza" öyle geçiştirilebilir, basit bir şey değil. Son derece önemli, hayati bir konuda, birbiriyle uzlaştırılması mümkün olmayan bir yolçatına gelmişsin ve çok sevdiğin arkadaşın yanlış olduğunu çok iyi bildiğin yoldan gidiyor.
Kızıyorsun. Kızmamak elde değil. Ama duruma bakınca anlıyorsun ki tartışmak, ikna etmek v.b. imkan dışı. Bu böyle gidecek. Yani nasıl gidecek? "Gidecek" bir şey yok ki...
Düşüncesine, değerlendirmelerine saygı duyduğum başka insanlar da oldu bu süreçte beni şaşırtan. Ama Can başka, çünkü Can benim arkadaşım. Bir tür "dünya mantığı" bu işin burada bittiğini söylüyor. "Sil onu defterinden" diyor. Bu noktaya gelince, işin içine beynimi uzun boylu katmadığım bir "iç ses" itiraz ediyor: "Silemem" diyor. Ne kadar önemli olursa olsun, bir siyasi tutum farklılığı bunca yıllık bir arkadaşlığı silemez, sildiremez. Yokluyorum kendimi, becerebildiğim kadar. Bu durum, bu anlaşmazlık, bu açmaz, benim Can’a sevgimi azaltıyor mu? Aslında içinde yer aldığı, alacağı olaylara bağlı olarak böyle de olabilir. Ama böyle bir etkin rolünü bilmiyorum, duymadım.
Böyle bir ortamda günün birinde "Can Paker öldü" haberini alsam iyice dağılabilirdim, bunu hissediyorum. Ama Can bizi bu habere alıştırdı. Bu kanser durumu yeni değil, ne zamandır devam ediyor. Buradan selamete çıkma umudu olmadığı da ne zamandır bildiğimiz bir bilgi.
Onun için ortada bir sürpriz yok—beklenen oldu. Bir kere telefon ettim, "Nasılsın?" demeye.
AKP’li Can Paker’le başka temasımız olmadı. Oysa son günlerinde daha sık görmek isterdim. Öyle inancım yok, burada yapamadığımız tartışmayı ahrette tamamlayabileceğimizi de ummuyorum.
Çok yanlış karar verdin, Can. Ama ilişkimize kavga ederek başlasak ve kavga ederek sonuna gelsek de, arkadaşız. Geride kalan ben olduğum için bunu söylemek bana düşüyor. Sen kalaydın, eminim sen de öyle yapardın.
Hayat bazan gerçekten çok zor oluyor.
Murat Belge kimdir? 16 Mart 1943'te Ankara'da doğdu. İngiliz Erkek Lisesi'ni ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Aynı bölümde asistanlık ve doktora yaptı. 1969'da İngiltere'deki Sussex Üniversitesi'nde araştırmacı olarak bulundu. Christopher Caudwell ve Marksist estetik konulu teziyle 1980'de doçent oldu. Genç yaşlarda yaptığı William Faulkner ve James Joyce çevirilerinin yanı sıra 1964'ten itibaren Yeni Dergi, Papirüs gibi dergilerde çıkan eleştirileri, yorum yazılarıyla tanındı. Namık Kemal, Behçet Necatigil gibi yazarlar üstüne incelemeler yaptı. 1970'te Halkın Dostları Dergisi'nin kurucuları arasında yer aldı. 12 Mart 1971 muhtırasıyla başlayan darbe döneminde iki yıl cezaevinde kaldıktan sonra 1974'te üniversiteye döndü. 1975'te Birikim dergisini kurdu. 1981'de YÖK'ün kuruluşunun ardından üniversiteden istifa etti. 1983'te İletişim Yayınları'nı kurdu, 1984'te Yeni Gündem dergisini çıkartmaya başladı. Denemelerini Tarihten Güncelliğe (1983), 12 Yıl Sonra 12 Eylül (1992), Edebiyat Üstüne Yazılar (1994) kitaplarında topladı. 1980'lerde Sadık Özben mahlasıyla düzenli olarak mizah yazıları yazdı. 1991'de Helsinki Yurttaşlar Derneği, Türkiye şubesini kurdu. 1997'de profesör oldu; 1995'ten bu yana Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nde akademik çalışmalarını sürdürüyor. Marksist estetikten militarizme, edebiyattan yemek kültürüne, Osmanlı ve İstanbul tarihine dek birçok farklı alanda 26 tane kitabı ve çok sayıda makalesi yayımlandı. Halkın Dostları, Birikim, Yeni Dergi, Yeni Gündem, Milliyet Sanat, Papirüs dergilerinde ve Cumhuriyet, Demokrat, Milliyet, Radikal, Taraf gazetelerinde yazdı. Hale Soygazi ile evli. Kitapları - Tarihten Güncelliğe (Alan, 1983; İletişim, 1997) - Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek (Birikim, 1989) - Marksist Estetik (BFS, 1989; Birikim, 1997) - The Blue Cruise (Boyut, 1991) - Türkiye Dünyanın Neresinde (Birikim, 1992) - 12 Yıl Sonra 12 Eylül (Birikim, 1992) - İstanbul Gezi Rehberi (Tarih Vakfı, 1993; İletişim, 2007) - Türkler ve Kürtler: Nereden Nereye? (Birikim, 1995) - Boğaziçi'nde Yalılar ve İnsanlar (İletişim, 1997) - Edebiyat Üstüne Yazılar (YKY, 1994; İletişim, 1998) - Tarih Boyunca Yemek Kültürü (İletişim, 2001), - Başka Kentler, Başka Denizler 1 (İletişim, 2002) - Yaklaştıkça Uzaklaşıyor mu: Türkiye ve Avrupa Birliği (Birikim, 2003) - Osmanlı: Kurumlar ve Kültür (Bilgi Üniversitesi, 2006) - Başka Kentler Başka Denizler 2 (İletişim, 2007) - Genesis: "Büyük Ulusal Anlatı" ve Türklerin Kökeni (İletişim, 2008) - Sanat ve Edebiyat Yazıları (İletişim, 2009) - Balkan Literatures in the Era of Nationalism (Jale Parla ile birlikte, 2009) - Sadık Özben'in Toplu Eserleri (Helikopter, 2010) - Başka Kentler, Başka Denizler 3 (İletişim, 2011) - Edebiyatta Ermeniler (İletişim, 2013) - Başka Kentler, Başka Denizler 4 (İletişim, 2014) - Militarist Modernleşme-Almanya, Japonya ve Türkiye (İletişim, 2014) - Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni: Milliyetçilik (Agora, 2006; Berat Günçıkan ile söyleşi) - Step ve Bozkır - Rusça ve Türkçe Edebiyatta Doğu-Batı Sorunu ve Kültür (2016) - Şairaneden Şiirsele / Türkiye'de Modern Şiir (İletişim, 2018) - “Siz isterseniz…” – Popülizm Üzerine Yazılar (İletişim, 2018) - Sanat ve Edebiyat Yazıları II (İletişim, 2019) Çevirileri - Hegel Üstüne: W.T. Stace - Martin Chuzlewitt: Charles Dickens - Döşeğimde Ölürken, Ağustos Işığı, Ayı: William Faulkner - Dublinliler, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi: James Joyce - Arabadakiler, Patrick White - 1844 Elyazmaları: Karl Marx - Bir Zamanlar Europa'da, Leylak ve Bayrak: John Berger - Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla: Leo Huberman - Yazıcı Bartleby: Herman Melville - Kayıp Kız: David Herbert Lawrence - Yurtsuzların Ülkesi: Dugmore Boetie - Lenin ve Felsefe: Louis Althusser (Bülent Aksoy ve Erol Tulpar ile birlikte) - Yanya Sultanı – Tepedelenli Ali Paşa: William Plomer |