D_Masthead_970x250
Ben, “burjuva demokrasisini” bir oyun olarak değerlendiren bir siyasi gelenekten geliyorum. Altmışlarda bir kesim Türk solcusu “Filipin demokrasisi” demeye bayılırdı. Ama bunlara rağmen, bu demokrasiyi ciddiye almaktan (Mehmet Ali Aybar gibi) ve oyunsa da oyunu kuralına göre oynamaktan yana oldum hep.

Türkiye’yi yöneten güçler (Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren başlayan dönemi kastediyorum) bu ülkeyi tehdit eden ihtimallerden söz ederken en başa komünizmi koyarlardı. Onu hemen “irtica” ve “bölücülük izlerdi (bunlar aşağı yukarı eşdeğer

tehditlerdi. Ben bunları, “Türklük mitolojisi” içinde “cehennemin atlıları” olarak nitelerdim. Malum, bu atlılar dört tanedir. Ben de aslında bizde de dört tane olduklarını ama içlerinden birinin siyasi nezaket nedeniyle anılmadığını düşünür ve söylerdim. Bu dördüncü atlı “demokrasi” idi: aslında ilk üçlü, onun varlığında kendine uygun yaşama koşullarına kavuşur, beslenir ve büyürdü. Ama büyüklerimiz (yöneticilerimiz) onun korunması gereken bir değer olduğunu söylerlerdi. Kendilerinin de zaten bu koruma işini üstlendiğini ileri sürerlerdi. Yaptıkları birçok şeyi (örneğin birtakım kitapları toplatmak gibi) demokrasiyi korumak için yapıyorlardı. Örneğin Kenan Evren, memleketin başında, yıllarca demokrasiyi korumuştu.

Generalin, demokrasiye hayranlık verici bir bağlılığı vardı!

Bu kendine özgü tarih içinde ben de nasıl bulduysam Marx’ın bazı kitaplarını erken bir zamanda edinip okumuş, çok inandırıcı bulmuş ve komünist olmaya karar vermiştim. Böylece Türkiye’yi tehdit altında tutan tehlikelerden birinin “ajanı” haline gelmiştim. Öteden beri “büyüklerimiz”le dünyayı görüş ve yorumlayış tarzım uyuşmuyordu. Marksist olmadan önce genel liberal değerler çerçevesinde düşünen biri olduğumu söyleyebilirim. Marx’ı okumak düşüncelerime bir yapı kazandırdı, sistematize etti.

O yıllarda, bildiğiniz gibi, komünist örgütlenme filan yasaktı. Ceza Kanunu’nda çeşitli maddeler, örneğin 141-142 bunun için vardı.  Sözkonusu olan öbür tehditlere karşı da maddeler yazılmış, rejim sınırlarını belirlemişti.

Demokratik ülkelerde komünist partiler var. Dünyada en başta gelen komünizm karşıtı ülke Amerika... Orada da bir Komünist Parti var. Hani, komünizm-sevmez Amerikalıları ürkütecek bir başarısı filan pek görülmemiş, ama var, kendine göre çalışıyor. Amerika tarihinde “McCarthy Dönemi” gibi zamanlar yaşandığı halde böyle bir parti var. Bu durumda, bizim demokrasimizde bir eksiklik olduğu söylenemez mi? Bizde niye yok?

“Büyüklerimizin” verdiği cevap bütün dünya anti-komünistlerinin verdiği cevaptı.  Komünizm, kendisinin “burjuva” sıfatını ekleyerek andığı demokrasiye düşmandır. Eline bir fırsat geçtiği anda (örneğin ezkaza “iktidar” olursa) ilk yapacağı iş demokrasiyi ortadan kaldırmak olacaktır.  Bu durumda demokrasinin kendi can düşmanına varolma ve kendisine karşı politika yapma imkânı tanıması bir budalalıktır, intihar gibi bir şeydir. Demokrasi düşmanına demokratik hak tanımak, mantıkdışı bir şeydir.

Peki Amerika, Britanya, İtalya v,b, nasıl tanıyor?  Bunun da cevabı vardı. Onlar zengin ülkeler.  Biz değiliz;  dolayısıyla komünist propaganda burada daha fazla başarı şansına sahip. Eğitimsiz halka daha doğru ve çekici görünebilir.  Biz de kalkınmaya çalışıyoruz. Bunu başarınca biz de böyle yasakları kaldırmayı düşünebiliriz—ama şimdi değil!

Çizim: Selçuk Demirel

Durum tam böyle mi, dedikleri gibi mi? Bu uzun konu. Evet, dedikleri gibi düşünen komünistler vardı. Ama bu mücadeleyi burjuva demokrasisinin kuralları içinde yürütmek gerektiğine ikna olmuş komünistler de vardı—Örneğin Mehmet Ali Aybar gibi. Tabii bizim sağcılar böyle ayrımlara bakmaz, bildikleri halde söylemlerini değiştirmez, anti-komünizm’in en kaba biçiminden vazgeçmezlerdi.

Yetmişlerin başında “irtica” da örgütlenmeye başladı. 27 Mayıs, Cumhuriyet’in kuruluşundan

(İtalyan ceza kanunuyla) gelen ve Demokrat Parti iktidarının da hiçbir yerini değiştirmediği, politik rejimi belirleyen yasal yapıda kaçınılmaz gevşemeler yaratmıştı. Ama “irtica”nın kurduğu parti (Milli Nizam Partisi) kısa sürede kapatıldı (12 Mart’ı beklemeden). “İrtica” inatçıydı; bu sefer Milli Selamet Partisi olarak geldi ve 1973 seçimine girdi.

Şimdi bu, demokrasinin can düşmanı olan ve eline geçirdiği ilk fırsatta demokrasiyi kapıdışarı edecek ikinci tehditti. Rejimin çekirdeğini oluşturan Kemalistler arasında çoğunluk oluşturan (ama “bütün Kemalistler” değil) grup belki komünizmden de fazla, irticaya düşmandı.    Bunlara rejim içinde yer vermek hiç olmazdı. MNP’yi kapattıran da onlardı.

Peki, benzer bir hüküm altında olan ben, bu konuda ne düşünecektim, ne düşünmeliydim?  “İyi, bu adamlar da ayakaltında fazlalık yapmasın” mı diyecektim?  “Biz ilericiyiz. Partimiz serbest olmalı, bunlar gerici, parti kurmalarına izin vermemeli”. Böyle mi düşüneceğiz, böyle mi diyeceğiz?

Bence bunun birkaç adı var: önce, “tutarsızlık”. İkincisi, “çifte-standart”. “Hayır, onların demokratik rejimi yıkmak gibi bir amacı yok” diyemem. Yıkmak isteyenler mutlaka vardır ve belki çoğunluktadır da. Ama ben de, içinde bulunduğum grubun toplam eğilimlerine bakılınca tamamen farklı bir durumda değilim. Ben kendi yolumda ilerleyebildiğim ölçüde, halkın çoğunluğunun desteğini alarak ve hiçbir şeyi yukarıdan aşağıya zorlamadan, toplumun komünizme doğru evrilmesi için elimden geleni yapmaya kararlıyım. Ama toplumda her türlü insan, her türlü inanç var. Şeriatı geri getirmek gibi bir amaç için çalışacaklar da olacaktır.  Onların örgütlenmesini yasayla engellemek ya da başka bir gücün yasayla engellemesini desteklemek, alkışlamak benim işim değil. Sonuç olarak bir de halk var. Komünist ben ve şeriatçı filanca, ona hitap ediyor, etmeye çalışıyoruz. Bununla ilgili kuralım, Abraham Lincoln’dan ufak değişikliklerle alınmış söz: “Halkın tamamını bir zaman kandırabilirsin;  halkın bir kısmını her zaman da kandırabilirsin; ama halkın tamamını her zaman kandıramazsın.” Yani nihai kararı halk verecektir (şimdilerde Tayyip Erdoğan rejimi hakkında vermeye başladığı gibi).

Dolayısıyla, görüşlerimizin uyuşması mümkün olmadığı halde, benim ne kadar örgütlenme hakkım varsa o kesimin de aynı derecede hakkı olduğunu savundum; bugün de—Tayyip Erdoğan üslubunu da temaşa ederek—savunuyorum. O komik darbe girişiminden sonra (tabii önce de) Erdoğan’ın yaptıklarını şiddetle reddediyorum, vahim derecelerde zararlı buluyorum; ama gülünç darbenin fos çıkmasından memnunum. 

Siyaset, yalnız Türkiye’de değil, pek çok yerde, üstelik erken zamanlarda biçimlenip toplumun değişmez değeri gibi görüldüğü bazı ülkelerde, çok tahribata uğradı. Hele şu son dönemde girdiğimiz “popülizmler çağı”nda çok fazla zedelendi. Ben, “burjuva demokrasisini” bir oyun olarak değerlendiren bir siyasi gelenekten geliyorum. Altmışlarda bir kesim Türk solcusu “Filipin demokrasisi” demeye bayılırdı. Ama bunlara rağmen, bu demokrasiyi ciddiye almaktan (Aybar gibi) ve oyunsa da oyunu kuralına göre oynamaktan yana oldum hep. Onun için, bu yazının başlığı olmak üzere yazdığım gibi, “ilkelerden ayrılmamak” siyaset denen etkinlik içinde en fazla önem verdiğim davranış biçimi.  İngiliz siyasi vecizesi “Honesty is the best policy” (En iyi politika dürüst olmaktır) özellikle şu dönemde içtenlikle benimsenecek ve uygulanacak ilke gibi görünüyor.

“Yeterli/yetmezli” devamı gelecek.

 

İlgili İçerikler