Bir yılı aşan bir süredir tutuklu bulunan, ama niçin tutuklu olduğu bu süre içinde bir iddianameyle açıklanamayan Osman Kavala’nın beklenen iddianamesi—beklenen şekilde, yani baştan sona havada kalan iddialarla dolu olarak—ortaya çıktı.
İddianamenin altı yüz bilmem kaç sayfa olması içinde söylenenlerin inandırıcı olmasına yol açmıyor. Bizim hukuktan etkilenmeyen “adli” sistemimizde, böyle sayfalar süren bir iddianamenin daha “inandırıcı” olduğuna dair bir inanç ve bu inanca dayalı bir uygulama hep olmuştur. “Adam bu kadar yazmış, demek ki bir bildiği var” dedirtmeyi amaçlayan bir teknik…
Bu iddianameyi incelemeye başladılar; “inceleme”ye ve “ince eleme”ye devam edilecek. Yargılanan bütün sanıkların kendileri ve avukatları bu işi sürdürecekler. Ama bunu yalnız onlar yapmayacaklar. Çünkü merkezinde Osman Kavala’nın yer aldığı bu dava, şu anda Türkiye’de egemen olan rejimin bir özeti ya da bir fotoğrafı işlevini görüyor. Rejimin bütün özelliklerinin uzantıları, bu davanın çeşitli ayrıntıları olarak orada duruyor. Onun için de öncelikle bu iddianamenin “teşrih”i kolay kolay tamamlanamaz.
Bu yazıda ben olayın basit bir yönü üstüne birkaç şey söylemek istiyorum: “komplo teorisi mantığı.”
Türkiye’de (ama yalnız Türkiye’de değil) pek revaçta olan bir düşünce biçimidir bu: Bu dünyada olan hiçbir şey göründüğü gibi değildir; her olayın arkasında birtakım karanlık güçler vardır; çok zaman bunların daha da karanlık “ortak”ları olur ve bütün bu “şer odakları”nın niçin ve nasıl bir araya gelip “ortak bir iş” yaptıkları kolay kolay anlaşılmaz. “İş”in şaşırtıcı olması zaten kuraldır.
“Sıradan” halk önünde cereyan eden olayı zaten anlamaz, ama “komplo okuyucuları” vardır. Bunlar anlarlar. Anlar ve anlatırlar. Çok zaman, birden fazla “komplo okuyucu” aynı olayı birbirinden farklı senaryolar yazarak anlatabilir. Ama kimi zaman da “Şu senaryo yazılacak” diyen bir merkezi otorite bulunabilir. Şu dönemde Türkiye’de böyle bir “merkezi otorite” var. Zaten bu Kavala davasında da önceki suçlama Henri Barkey ile Temmuz darbe girişimini hazırlamaktı. Belli ki—bizim bilemeyeceğimiz nedenlerle—Kavala’nın “Gezi” olaylarını planlaması tercih edilmiş.
“Bugünkü rejimin fotoğrafı” diyorum. “Komplo” mantığı, dünya tarihinin bir “komplolar dizisi” olarak okunması bunun bir yanı; egemen “dünya görüşü” böyle çalışıyor.
İkinci bir özellik ise önce “suçlu”yu bulmak ve sonra da “suçlu”nun hangi “suç”u işlediğini tesbit etmek. Adalet sistemi bugün bu anlayış be bu teknik üzerinden işliyor. Teknik kolaylığı var. Adam rejime muhalif olduğunu söylüyorsa, zaten “suçlu”dur. Bunun gereğini yerine getirirsin (adamı tutuklayarak); sonra neler yaparak bu “suç”u somutlaştırdığına bakarsın. Bu da işte şu gördüğümüz türden bir iddianame yazılmasını gerektirir. Yazacak kişi de bulunur.
Neyse, ben geleyim “komplo” mantığına. “Komplo okuyucuları”nın anlamadığı ve anlamamak üzere direndiği konu, toplumların tarihinde önemli dönüşümler yaratan türden olayların, kimse tarafından planlanamaz türden olaylar olmasıdır. Fransız Devrimi’ni birilerinin planladığını düşünebilir misiniz?
Böyle bir olay bir kere gerçekleşti mi, insanların zihnine kazınır. Bu gibi işlerle uğraşan kişilerin taklit etmeye çalıştığı bir model haline gelir. Yani bu aşamada “plancılar” devreye girer, diyebiliriz. Ama ilginç olan, bu amaçla planlanan hiçbir şeyin tutmamasıdır. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: toplumsal tarihin yatağını değiştirecek kadar güçlü toplumsal olaylar zorunlu olarak “kendiliğinden” (“spontane”) olaylardır. Zaten yatak değiştirecek gücü elde etmelerinin sırrı da “kendiliğinden” olmalarıdır. Filistin’de “intifada”yı planlayan oldu mu? Herhangi biri planlayabilir miydi?
Bu gibi olayların bir “planlayıcısı” varsa bu toplumun kendisidir. İşlemesinin biçimi de “yeraltı suları”nın işleyişini andırır. Bu sular belirli doğa yasaları çerçevesinde akar, birikir v.b. Ve genellikle bir olay, olurken kimseye “olacakları” düşündürmeyen bir olay, bu kendiliğinden hazırlığın sonuçlarının patlak vermesine yol açar. Bu da genellikle o “patlak verme” anını engellemek amacıyla başvurulan bir uygulamanın başvuranın düşünemediği bir biçimde ters tepmesi biçimini alır. “İntifada”da kol kıran İsrail askerleri, “My Lai”de tutsağa sıkılan kurşun, Fransız Devrimi’nde “Tenis Kortu Yemini”ne yol açan “Salon Kapama Kararı” bu dediğim olayın örnekleri arasında sayılabilir. “Gezi”de aynı işlevi parka gelip çadır yakan güvenlik görevlileri yerine getirdi.
Peki, bu çadır yakmayı böyle bir patlamanın sebebi haline getiren süreç, birikim, hazırlık neydi? Nelerden kaynaklanıyordu?
Bugünkü rejim bu soruyu duymak, bunun üstüne düşünmek istemediği, bu sorunun geçerliliği olduğunu reddettiği için sözünü ettiğimiz davayla karşı karşıya gelmiş durumdayız.
Siyaset, belirli görüşler çerçevesinde üretilmiş düşüncelerin, uygulamaların yürürlüğe konmasını gerektiren, o şekilde ilerleyen bir pratiktir. Ancak bu görüşlerin ve o çerçeve biçimlenmiş projelerin doğruluğunu ölçebileceğimiz –cetvel gibi güvenilir sonuç veren—araçlarımız yok. Dolayısıyla toplumdan gelecek tepkileri bu işlevi gören bir araç olarak kabul eden bir siyaset anlayışı da olabilir (ve böyle bir siyasetin adına da “demokratik” denir). Bu, “sibernetiğin” de temeli olan “feed-back” anlayışına uygundur. Bir merdivenden iniyorum; basamaklar arası diyelim yirmişer santim olarak hesaplanmış. Beynim bunu kavrıyor ve ben buna göre adımlarımı ayarlayarak merdivenden iniyorum. Ama bir noktada ustalar şaşmış, iki basamak arası 18 ya da 25 santim olmuş. 20 santime göre attığım adım beklediğimden önce ya da sonra geliyor. Bu ne yapar? Beni tökezletir. Gereğinde düşürebilir de, ama normal olarak beynim beklediği yerde basamağı bulamamanın karşılığında bu “feed-back”i değerlendirerek adımımı uzatır ya da kısaltır ve bir tökezlemeyle arızayı atlatırım. Siyasette de böyle davranmak mümkündür.
Kabaca tanımlayacak olursak, toplumdan gelen “feed-back”i değerlendirerek yürümeyi öğrenmişsek, bu “demokrasi”dir; böyle uyarılara kulak asmadan “dayatma yöntemi” ile yol almaya kararlıysak, bu da çeşitli “diktatoryal” rejimlerden biri içinde davranmak demektir.
İktidar, bugün bu iddianameyle bu davayı başlatmakla bu yöntemlerden hangisine daha yakın durduğunu ilan etmiş oldu. “Osman Kavala” davası, bu ülke için, Osman Kavala’nın vermeye çalıştığı iddia edilen zararlardan çok daha fazlasını verecek bir olaydır.