Bir toplumun hayatında olağandışı kabul edilen bir olay (durum, koşul vb.) olduğunda, paradoksal bir şekilde, birtakım yeni davranış kalıpları oluşur. Yani olağandışılık yeni olağanlıklar yaratır. Şimdi olduğu gibi. "Sokağa çıkmak yasak" denince, sokağa çıkmadan yaşamanın biçimlerini yaratmamız gerekiyor. Sokağa çıkabildiğimiz zamanlarda (maske takmak gibi) bazı yeni kurallar uygulamamız gerekiyor. "Olağan" diye nitelediğimiz zamanlarda hayatın o dinamik çeşitliliğinin içindeyiz. "Olağandışı", çok zaman bir tehdit olarak cisimleştiği için "kısıtlama" getiriyor. Hayatı daraltıyor.
Saati aşağı yukarı kesinleşti; akşam yedi, sekiz arası günlük bilanço açıklanıyor. Kaç yeni vaka, kaç ölüm vb. Dünyada işler nasıl gidiyor, ona ilişkin bazı rakamlar da veriliyor: Hangi ülkenin listesi kabarıyor, nerede "gerileme" görülebiliyor filan. Bunlara da bakınca Türkiye’nin gidişi hiç de kötü görünmüyor. "Kötü" sayılar başlangıçta da çok vahim görünmüyordu; ama gittikçe azalma eğilimindeler. Bu tabii çok sevindirici bir durum. "Ha gayret!" diyoruz.
Burada, anlamakta ve çözmekte güçlük çektiğim bir durum var: Çeşitli haber kaynaklarından zihnimize akan haberlerde, toplumun korunmak üzere yapması gereken (ve beklenen) davranışlar ile "yaptıkları" arasında ciddi bir mesafe olduğu izlenimini ediniyoruz. Burada bazı durumlarda "yetkililer"in karar ya da davranışları eleştiri konusu olabiliyor. İlk ciddi örnek sokağa çıkma yasağının ilan edilmesinin geç saate bırakılması oldu ve gece vakti yaşanan alışveriş kargaşası "yetkililer" arasında da "Ne oluyoruz?" "Niçin böyle oldu?" tartışmalarına yol açtı. Ama böyle çarpıcı bir olaya gelmeden, hükümetin bir "yarım sürü bağışıklığı politikası" uyguluyor olması da elbette tartışılması gereken bir seçimdi.
Ancak ben şimdi "yetkililer" katında ne olduğundan çok toplumun tepkilerini düşünüyorum. Örneğin AVM’lerin açılmasına izin çıkması tartışılmalı, eleştirilmeli vb. Ama "yukarıdan gelen" bu karar uygulamaya girince AVM kapısında kuyruk oluşması gibi durumlar oluşuyor ki bunun "yukarısı" ile bir ilgisi yok; bu, "Türkiye toplumu"nun ortada yer alan soruna karşı aldığı tavırla ilgili.
Ve bu bilgileri, gerekli görsel kanıtlarıyla bize sunan televizyon kanalları başta olmak üzere, bir kesim insanlar manzaradan memnun değil. "Böyle olur mu?" havasındalar. Olan karşısında duydukları öfkenin dereceleri yükselebiliyor. "Maske takılmadı", "Sosyal mesafeye aldırış eden olmadı" gibi durum bildiren görece "nesnel" cümlelerin arasında "Bunlar ne biçim insanlar" makamında "değerlendirici" cümleler kulağa çalınıyor ya da kulağa çalınmasa da asıl bunun söylenmek istendiği anlaşılıyor. Ne zaman "Haydi biraz çıkın dışarı" dense, ne zaman "Şu yasağı da gevşettik" dense bu tür "disiplinsiz" sayılacak davranışlar oluyor ve belirli bir kesim tarafında kınanıyor.
Bu "kınama" tavrı da ayrı konu. Korona diye bir şey hayatımızda yokken de bir biçimde tartışırdık bunu. "Bize bir şey olmaz." Çernobil ertesinde bizzat Evren’in bunu söylediğini hatırlıyorum.
Beni şaşırtan bu iki olgunun bir arada, yan yana varolması. Yani bir yanda toplum yapması gerekenleri yapmıyor. Bir yanda da istatistikler iyiye gidiyor. Neyle açıklayacağız bu durumu? "Şans" mı diyeceğiz? "Allah bizi seviyor" mu diyeceğiz? Biraz daha "olgusal" bir açıklaması yok mu?
Soruyu sorduktan sonra şimdi biraz da hükümetin tutumu üstüne konuşabiliriz. Dediğim gibi, "sürü bağışıklığı" diye adlandırılan, belki her yerden çok İsveç’te uygulanan yaklaşıma yakın bu tutum. Cumhurbaşkanı "Üretime devam etmek zorundayız" diyor. Bu kriz ortamına çok da "tuzu kuru" bir konumda girmediğimiz besbelli. Hesapların en iyi görülebildiği tepe noktasında oturup karar vermek de kolay iş değil. Şu kararı verdiğinde sonuçlar şöyle, bu kararı verdiğin zaman böyle… "Kırk satırla kırk katır" hikâyesine benzeyebilir.
Bu durumda, nihai kararı vereceklerin, karar sorumluluğunu yüklenecek çemberi genişletmeleri düşünülebilirdi. Hükümet bir "bilim kurulu" kurdu, ama görülebilenden çıkarılabilen, her dediğini yapmadığı. Öyle bir kurul, adına uygun biçimde, durum karşısında bilimin önermelerini sıralayabilir. Ama her durumda olduğu gibi bu işin de ayrıca bir "siyasi" yanı var.
Onu paylaşmak için hükümet o genişleyen çembere muhalefeti davet edebilirdi. Ancak bu, Tayyip Erdoğan’ın en istemediği yöntem. Öyle çember genişletmek filan bir yana, belediyelerin yolunu kesme çabaları, yeterince net mesajlar. Anlaşılıyor ki Erdoğan’ın gözünde salgın daha kapsamlı bir ulusal hamle için değil, daha dışlayıcı bir parti politikası için kullanılacak bir vesile.
Bu da, benim gibi düşünenler açısından, olabilecek en sakıncalı tavır.