Geçen gün yazacak konuyu Midhat Sertoğlu’nun "İstanbul Sohbetleri"ni okurken akıl etmiştim. Bu da öyle oldu. Midhat Sertoğlu "meslekten" olmayan bir tarihçi. Daha çok "örf adet" anlatıyor, "şöyle olurdu; böyle yapardık" v.b. Ama bazan tek olaylara yöneliyor: "Şöyle odu, böyle oldu."
Eğer Osmanlı’nın "Batılılaşma" kararını vermesinin "yakın dönem tarihimizin" başlangıç noktası olduğunu kabul ediyorsak, bütün bu dönemlerin kavgasının hâlâ bitmemiş olduğunu görürüz. Nitekim bunlardan biri, epey önemli biri, Abdülhamid üstüne olanı son hızla devam ediyor. Padişahlık bitince, "tek-parti" ve onun muhaliflerinin kavgası başlıyor. Derken iş partilere aktarılıyor, böylece bugünlere geliyoruz.
Bundan öncesinin (herhalde epey eskidiği için) pek fazla tartışması olmuyor. Örneğin oturup Abdülaziz’i tartıştığımızı hatırlamıyorum. Oysa onun tahtından indirilmesi "modern" tarihimizin önemli bir olayı. Cuntacılık/darbecilik gibi, bir gelenek haline gelme eğilimi gösteren bir siyasi eylem biçimini onunla başlatmak da mümkün. Ancak genel havaya bakıldığında Abdülaziz’in bu muameleyi genel olarak hak ettiğinde ittifak halinde görünüyoruz. İşin orası tamam da, Abdülhamid’in bunu Midhat Paşa’yı yargılama vesilesi ne kadar doğrudur, bu daha sıcak bir tartışma konusu.
Ama geçen gün, Midhat Sertoğlu’nu okurken, baktım onun için bu olay canlılığını koruyor. Sertoğlu ayrıca bu konuda taraf: Açıkça, Abdülaziz’den yana.
Abdülaziz’den yana olmak mümkün elbette. Dünya görüşü ve siyasi çizgi olarak monarşizmi benimsemişseniz, padişahlığın zaten bir meşruiyeti var. Gazzali "Padişah deli de olsa, onun varlığı padişah olmamasından iyidir," der. Memlekette bu çerçevede "iyi" olan çok yönetici gördük zaten. Ayrıca, "kötü" diyerek birinin iktidarını sona erdiren, sonra o "kötü"den beşbeter çıkan, başta İttihad ve Terakki, çok siyasi "alternatif" de gördük.
Anlamakta (ve tabii katılmakta) asıl güçlük çektiğim, bu kavgalardan çok, kavga edenlerin birbirleri hakkında söyledikleri. Midhat Sertoğlu olayı anlatırken bu tipe birçok örnek veriyor.
Örneğin "taze" padişah V. Murad, "Sultan Aziz terbiyesiz bir adam olduğundan…" demiş. Bu darbeyi yapanlar Sultan Aziz’i ve annesini resmen soyuyor, servetlerini yağmalıyorlar. Topluluk içinde hakaret ediyor ya da "düşük düzeyde" adamlara hakaret ettirerek padişahın onurunu çiğniyorlar.
Bunlar tahttan indirilenlerin indirenler hakkında söyledikleri. İndirenlerin de indirdikleri hakkında söyleyecekleri olmalı. Midhat Sertoğlu onlara uzun boylu girişmiyor ama bunların neye benzediğini tahmin etmek zor değil. Ömür boyu benzerlerini dinledik.
Abdülhamid’le değişen fazla bir şey yok. Saltanatının uzunluğu, sözü edilen sorunların niteliğini değiştirmiyor. Duyulan düşmanlığın keskinliğini artırıyor. Düşmanlığın nedeni ile derecesi arasında da bir uyumsuzluk var sanki.
Abdülaziz’i hal' edenler, onun devletin, milletin parasını iç eden bir adam olduğunu söylüyorlar. Sözü geçen adam "padişah"! Demek bu Türkler’in padişahı bir hırsız olabiliyor. Padişahı savunanlar ise hal' edenlerin hırsız olduğunu aynı güvenle söylüyor. Demek memleketin Sadrazamı ve onun dava arkadaşları da hırsız olabiliyor. Sonra geliyoruz Abdülhamid'e, derken İttihad ve Terakki ve Hürriyet ve İtilaf’a, derken Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti’ye, bu tarafların birbirleri hakkında söylediklerinde kayda değer bir değişiklik olmuyor. Kısmen değişen koşullarda söylenebilecek en ağır sözler. Bugünlere geldiğimizde değişen herhangi bir şey yok.
Siyasi taraf, karşı olduğu tarafa hakaret eder ya da suçlamada bulunurken, "hırsız" ile "vatan haini" arasında bütün gamlardan üflüyor. "Türk milleti" hakkında nutuk atmak da bu siyasi zevatın sık sık yapmak zorunda olduğu bir şey. Konu oraya geldiğinde Türk milleti her zaman "her türlü takdirin üstünde". Akıllı, bilgili, mantıklı, disiplinli... ve buna benzer her erdeme fazlasıyla sahip. Ama en fazla sahip oluğu şeyler vatan-millet sevgisi, kendini vatana feda edebilmekte gösterdiği sonsuz yetenek. Namus, şeref v.b.
Nedense, her nasıl oluyorsa, bu asil millet, "muhalefet" falan dendi mi, ortaya şu sözü geçen adamları bulup çıkarıyor. Bu sözlerle övülen bir toplumda önemli siyaset kurumlarında bulunmak bir yana, sıcak görmüş Koronavirüs gibi yok olup gitmesi gereken yaratıklar. Ama ne hikmetse bu toplumun kademeleri arasında hep varlar ve her dönemde icraat-ı faaliyet halindeler. Üstelik, hangisinin çoğunluk olduğu da her zaman pek belli değil. Şimdi olduğu gibi.
Fransa’nın 14 Temmuz kutlamalarından biriydi, Cumhurbaşkanı da Sosyalist Mitterand’dı.
Orada da adet, Devrim’i yüceltirken Kraliyet’i batırmaktı. Mitterand, "Yahu, hepimiz Fransız’ız" demeyi ilk akıl edenlerden biriydi yanılmıyorsam. O yılın 14 Temmuz’unda buna dikkat edildi: Kahraman Robespierre ahlaksız Louis’nin hak ettiği dersi vermedi.
Ne Robespierre Allah’ın nimetidir, ne Louis Allah’ın belası. İnsanlık tarihi o abartılı kelimelerin arasından değil, çok daha nüanslı, açıklı koyulu grilerle dolu bir mecrada akar.