Gazete Duvar’da İrfan Aktan’ın Zülfü Livaneli ile yaptığı konuşma yayımlandı. Bunu okudum ve önemsedim. “Sol”, bütün dünyada bu gibi tartışmalara ihtiyaç duyuyor çünkü sol dünya tarihinin 21. Yüzyılına darmadağınık bir halde girdi. Bizim de hem solun genel sorunlarını, hem de Türkiye’de solun sorunlarını tartışmaya ciddi şekilde ihtiyacımız var. Zülfü Livaneli’nin konuşması bunun için bir “start” verebilir.
Zülfü solun bazı genel sorunlarına değinmiş ve bence doğru tespitlerde bulunmuş. Ancak daha çok ilgi çekecek ve tartışma yaratacak sözleri şimdiye kadar solda “önder” olarak kabul edilen kişiler üzerine. Genel olarak, solu geliştirmeye değil, gelişmesine engel olmaya çalıştıklarını iddia ediyor. Bu bir “iddia”, ama okuduğum metinde bunun kanıtları yok. Sözü edilen kişilerin belirli davranışları elbette eleştirilebilir (ben de eleştirenler arasındayım), ama bunun bir plana dayalı güdümlü bir olay olduğu iddiasına, yorumuna katılmam.
Birçokları, solun sorunlarını Sovyetler Birliği’nin çökmesi olayından başlatıyor. Oysa bu sorunlar çok daha öncesinden beri vardı; hatta 1917 Devrimi ile başlamıştı (daha öncesinin teorik sorunlarına hiç girmiyorum). Zaten o çökme olayı bu sorunların sonucuydu. Sovyetler Birliği bunların önde gelen sorumlusuydu ama “katkıda bulunan” başkaları da vardı. Örneğin Pol Pot “solcu” ise, söyleyecek söz kalmıyor.
Türkiye’de solun önü 27 Mayıs olayını ardından açılır gibi olmuştu. Sosyalizm (“ilk olarak” diyebiliriz) ciddi bir şekilde gündeme geldi. Ama aynı zamanda sorunlarla da karşılaştı. Bu sorunların bir kısmı sağdan gelen hukukdışı saldırılardı. Sonraki yıllarda Ülkü Ocakları türünden örgütler tarafından sürdürülecekti. Bunları bu bağlamda fazla önemsemiyorum çünkü sol varolan düzeni tehdit eder ve düzeni savunan güçlerin buna karşı böyle hukukdışı saldırılarda bulunmaları ender görülen bir şey değildir. Asıl büyük sorunlar “dışarıdan” gelenler değil, solun kendi ürettikleridir. Bizde bunların birincisi bir “strateji sorunu” kılığında zuhur etti: “Sosyalist Devrim” mi, “Milli Demokratik Devrim” mi? Formül böyle ifade ediliyordu ama asıl söylenen solcu olmaya ikna edilen subaylar eliyle ikinci (ve doğal olarak daha radikal) bir 27 Mayıs yaparak iktidarı ele geçirme fikriydi. Bunun kadar patırtı çıkarmayan bir soru da TİP ile CHP ilişkisiydi: Evrensel terimlerle baktığımızda TİP Komünist, CHP ise Sosyal Demokrat Parti olmaya aday görünüyordu. Ama yakından bakınca, bunların ikisinin de yerine oturmadığı belli oluyordu.
Zülfü Livaneli konuşmasında Avrupa’daki sosyal demokratlar üstüne birkaç şey söylüyor. Hep bildiğimiz gibi onlar Komünistler kadar “radikal” değildir; ama bu, “Enternasyonal”i gözleri yaşararak söylemelerine engel değildir. Birçokları işçi sınıfından gelmedir. Öyle olmayanları da fikren ve tavır olarak işçi sınıfına, onun hayat tarzına, değerlerine uzak değildir. “Sol” zaten bunları gerektirir. Buradaki “sosyal demokrat parti” olmaya adaylığını koyan CHP’de ise bunların hiçbiri yoktur. İnönü’nun “Ortanın solundayım” dediği tarihte kaç CHP’li “Enternasyonal”i dinlemişti, kaç CHP’li bir sendikanın yanından geçmişti v.b?
Aldıkları yarım yamalak eğitimle bütün sorunlara vakıf olduklarına inanan bürokratlardan oluşan bir partiydi CHP. Burjuvazisi yeni yeni sahneye çıkan bir toplumun (“naip” konumunda) egemen sınıfıyken seçim kaybedip iktidarı kaybetmenin öfkesini duyuyor, bu seçimi yapan halka da kızıyorlardı (batıl itikatlar içinde yaşayan cahil köylüler!). Ama şimdi “Milli Şef” “Ortanın solundayız” demiş, bir “solcu olma” gereği yaratmıştı. Bir kısmı bu olaydan sonra partide kalamadı. İki hamlede partiden ayrıldılar. Ne var ki onların ayrılması partinin bünyesini değiştirmedi.
Bunlar doğru ve önemli. En kestirme tanımlarla sosyal demokrasi düzene muhalif bir siyasi harekettir; CHP ise onların muhalifi olması gereken düzeni kuran parti, ülkenin “baba” partisi! Bu otoriter parti şimdi iktidarı ele geçiren Demokrat Parti’ye karşıydı, çünkü kendi “Bonapartist” yönetim tarzının sürmesini istiyordu. "Bonapartist”, “solcu” değildir. Türkiye’nin bu yıllarında öncelikle bu olgu anlaşılmadı (hâlâ da anlaşılmış değil). Ülkenin bir numaralı Bonapartist gücü olan Silahlı Kuvvetler’in de solcu olması beklendi. Bu ordu, cepheleşmenin bu kanadında beklenen darbeyi değil, beklenmeyen darbeyi yaptı (yani “Milli Demokratik Devrim’i değil, 12 Mart ve 12 Eylül “anti-demokratik” müdahalelerini).
Solun 27 Mayıs’ı izleyen dönemde atağa geçmesinin ürettiği sorunlar var ve bunlar da aynı şekilde devam ediyor. Bir kere toplum, halk, bu “komşuluk”tan “akrabalık” sonucunu çıkaracaktır. Toplumun gözünde ise 27 Mayıs sevilen, onaylanan bir olay değil. Daha kötüsü, solun kendisi de “akrabalık” sonucunu çıkardı. Bugün hâlâ, “solcuyum” diyen birçok kişinin gözünde 27 Mayıs “iyi darbe”; ona bir diyeceğimiz yok. Ama sonrakiler “kötü darbeler”. Çünkü aradan geçen süre içinde, muhtemelen Amerika’nın yoğun çalışmaları sonucu, ordu “milli” olmaktan uzaklaştırılmış. Solun önemli bir kesimi zaten “seçim kazanarak” iktidar olmayı beklemiyordu (bir kısmı bunu “gerçekçi” bulmadığı için, bir kısmı ise seçim kazanmayı “devrimci” bir olay gibi görmediği için) ve dolayısıyla 27 Mayıs darbesini benimsemeyi bir “yanlış politika” olarak değerlendirmiyordu.
Zülfü Livaneli solun bir kesiminin kısa zaman içinde (birtakım provokasyonlarla) silahlı bir harekete dönüşmeye eğilim göstermesini de olmaması gereken bir gelişme olarak görüyor. Ancak İsveç’te bunu Mihri Belli ile uzun uzun konuştuklarını ve anlaştıklarını söylüyor ki ben buna akıl erdiremedim. Çünkü böyle bir gelişme olmasında Mihri Belli kadar sorumluluk taşıyan bir ikinci kişi olduğunu sanmıyorum. “Milli Demokratik Devrim” olacaksa, devrimcilik bunu gerektiriyorsa, bunun topluma sunulacak bir açıklaması olmalıydı. Onun için zamanında “MDD’ci” diye anılan kesim her durumda bir eylem yapılmasını salık verirdi. Bir çatışma ortamı olması beklenirdi, çünkü “yurtsever” subaylar “kardeş kanı dökülmesini önlemek için” darbe yapacaklardı. Altmış sekizde üniversitelerin işgal edilmesi durumunda beliren bu eğilim sonuna kadar devam etti.
Strateji bu ise, bu yolun bir aşamasında, hem de öyle pek uzak olmayan bir aşamasında, solun da silahlanması gerekiyordu. Ama arkadaşlarımızın birçoğunun zihninde zaten devrim böyle olmalıydı. Dünya tarihinin şanlı devrimleri böyle gerçekleştirilmişti: 1917 Devrimi, Çin Devrimi, Küba Devrimi bir yana, bir burjuva olayı olmasına rağmen yolu açtığı için “şanlılar” sınıfına koyabileceğimiz Fransız Devrimi bile böyle kazanılmıştı. Bizim de nasıl davranmamız gerektiği belliydi. “Pasifist” kelimesi, insanların birbirlerine hakaret etmek için kullanmayı seçtikleri birinci kelime haline gelmişti.
Bunlar Zülfü’nün bir yanından araladığı perdeden görüp oldukça rastgele bir tarzda üzerine birkaç söz söylemiş olduğum şeyler. Bunu sürdürmek niyetindeyim.